Kent ve Demiryolu Menü

Kalıcı Başlantı:

……YERLER BUZ İÇİNDEYDİ…….

(yorumlar kapalı)

YERLER BUZ İÇİNDEYDİ

AMA KADIN DÜŞMEYİ BECEREMEMİŞTİ ..!!

 

 

Kadın olarak yaşamak; adı, sanı olmayan kahramanlar olarak anlatılan trajik bir öykü mü? , yoksa; "kadınlar bir kez karar vermeye görsün" diyerek yaşama dahil olma mücadelesi mi ?

Bunlardan hangisi olmalıydı…!!

Bu sorunun cevabı, Sivas’a sürgün giden demiryolcu bir kadının öyküsünde saklıydı….

 kd

31 Ocak 1991…

Tarihi yarım adayı büyük pencerelerinden gözetleyen, ayrılıklara, hasretlere, kavuşmalara kucak açmış, Anadolu insanının İstanbul’a açılan kapısı olan heybetli Haydarpaşa Gar Binasının 3.katında bir oda…

Üzerine evraklar ve dosyalar yığılmış bir masanın arkasında, giyimiyle hemen dikkat çeken bir kadın, biraz sonra başına geleceklerden habersiz harıl harıl çalışıyor…

Kadın işlere dalmış giderken, ak saçlı Müdürü odaya giriyor…! Kadın başını kaldırıyor ve Müdür beyin yüzünün de saçları gibi bembeyaz olduğunu görüyor ..

Adam ağır adımlarla yürüyerek elinde tuttuğu bir kağıtla ve dikiliyor kadının karşısına… Duraksıyor, yutkunuyor, biran sonra ağzından çıkan kırık ve mutsuz bir sesle;

-Kızım… çok üzgünüm" diyor…

Birbirlerinin yüzüne bakıyorlar, adam başka bir şey söylemeksizin boş bir sandalye bulup oturuyor ve elinde tuttuğu kağıdı uzatıyor..

 kd

Kadın, kağıtta bürokrasi gereğince yazılanları okumaya başlıyor, "4" rakamı ve roma rakamı ile on anlamına gelen "X" işareti bir de kadının adı yazıyor bu kağıtta… , Demiryolu diliyle yazılan bu rakamların arkasındaki gerçeği kadın biliyor. Bu kağıtta yazanlar: "TCDD 4.Bölge Müdürlüğü, "X" Müdürlüğünde ( X Hukuk Müşavirliğinin kod numarasıdır) görevlendirildin anlamına geliyor 4.Bölge Müdürlüğü öyle yan odada falan değil , taaa Sivas’ta! Anlıyor ki, gerçek tabiriyle Sivas’a "SÜRGÜN" edildi ve hani o; hasretlere, ayrılıklara, kavuşmalara kucak açmış heybetli gar binasının, bu sefer de, O’nun ayrılığına, hiç bilmediği bir gurbet ele olan yolculuğuna kucak açtığını fark ediyor, bu soğuk kağıda bakarken!

Ve birden geçmişi gözlerinin önüne geliyor…

Henüz 19 yaşındayken, kadınların fikirlerinin dikkate alınmadığı, bir şairin dediği gibi "sofradaki yeri öküzden sonra gelen", yıllar yılı savaş ganimeti sayılmış, bastırılmış, şiddete uğramış, töre adı altında katledilmiş bir memlekette, demiryolcu olmuştu..

Kadın konusunda sicili fazlasıyla bozuk olan ülkesindeki demiryolu işkolunda çalışanların çoğu da erkeklerden oluşuyordu… Yani erkek egemen bir işkoluydu.

Yeni işe girmişti ki, 80’li yılların karanlık ve soğuk yüzü çökmüştü ülkenin her yanına. Mücadele eden bir insan için en önemli yerler olan sendikalar ve dernekler kapatılmıştı…

Takvimler 1985 yılını gösterdiğinde ise demiryolcular yeniden çıkmıştı mücadele alanına….

Demiryolcular, uzun yıllara dayanan bir örgütlenme alışkanlığına sahiptiler. O yıllarda, birçok dernek de yeniden kurulmuş yada kapatılan dernekler yeniden açılmıştı ve demiryollarında bir sürü dernek vardı.

O da, her işe giren gibi, 2 ayrı derneğe üye olmuştu. Bunlardan birinin adı Demiryolu Memurları Derneği, diğerinin adı ise Demiryolu Memur ve İşçileri Yardımlaşma ve dayanışma Derneğiydi.. Ancak bir süre sonra, Demiryolu Memurları Derneğinden istifa ederek, sendikalaşma sürecini başlatmak için, yeni kurulan Demiryolu Faal Memurlar Derneğine (DYFM-DER) üye olmuştu.

1986 yılında demiryolcuların direnişi gibi çok önemli eylemler gerçekleştirilmiş ve DYFM-DER ülkenin her yanında büyük bir örgütlülük ağına sahip olmuştu.

25 Mart 1989’da, çalışanları tek bir çatı altında toplamak ve birliği güçlendirmek için DYFM-DER ile DEMARD (Demiryolu Makinist, Ateşçi ve Revizörler Derneği) İstanbul Şubesi 3.Olağan Genel Kurul kararıyla birleştirildi. Derneğin yeni adı, DEÇAD (Demiryolu Çalışanları Derneği) olmuş, O da, yönetimlerin değişmez kadın emekçisi olarak yeniden yönetim kurulunda görev almıştı…

Önce DYFM-DER ve sonra DEÇAD, Onun çalışma hayatında değişik bir mücadele alanına gözlerini açtığı, çocukluğunda bilmem kaç kez "çuf çuf" diye oyunlarını oynadığı trenlerin, tekerleklerini döndüren insanları yakından tanıdığı, aynı sefer tasına kaşık salladığı, aynı bardaktan çay içtiği yerler olmuştu artık.

Aslında, demiryolu kenarında sayılabilecek, şirin bir köyde gözlerini açmıştı dünyaya ve trenleri uzaktan da olsa biliyordu. Bir gün gelip de, demiryolcu olacağını, o trenlerin çalışmasına hizmet edeceğini, o trenlerin içinde alınterini akıtarak hizmet eden insanlarla aynı tastan yemek yiyeceğini ve inandıkları zaman ölümüne mücadele eden bu insanlarla arkadaş olacağını, aynı cephede savaş vereceğini belki hayal edemiyordu ama trenleri tanıyor, köyünün yakınından geçen trenlere el sallıyordu, görüp görmediklerini bilmeksizin..

DEÇAD çatısı altında, demiryolları içindeki mücadele devam ederken, diğer işkollarındaki kamu çalışanlarının örgütlendikleri derneklerle de ilişki kurulmuş ve yıllar yılı özlemi çekilen, kamu çalışanlarının sendikalaşma süreci mücadelesi başlamıştı. Önce Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Platformu (KÇSP), daha sonra Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Koordinasyon Kurulu(KÇSKK) oluşturuldu. Demiryolcuların Haydarpaşa Garı içinde ufak bir binada başlattıkları hareket artık yurt çapına yayılmıştı. Ancak, emek mücadelesinde başarıyı elde etmek için, somut adımlar atılması zamanı da gelmişti.

Ve tarihler 1991 yılını gösterdiğinde, işçi sendikalarının konfederasyonlarından birisi olan TÜRK-İŞ’in ocak ayında 1 gün işe gelmeme yönündeki kararı üzerine, DEÇAD da, bu eyleme yemek boykotu ile destek verme kararı aldı.

 

3 Ocak 1991

Yer: Haydarpaşa Memur Yemekhanesi… Saat 12.00…

Genç yaşına rağmen, erkek egemen kültürün hitap şekli olarak, demiryolu çalışanlarının "ablası" olmuştu. O, ve beraberindeki dernek yöneticisi arkadaşları, ellerindeki bildirileri okuyarak, demiryolu çalışanlarını yemek boykotuna katılmaya davet ettiler. "1986 demiryolu direnişinden" sonraki ilk kıvılcım böylelikle çakılmış ve demiryolcuların üzerindeki ölü toprağı atılmıştı…

Tabi bu durum sadece demiryolu emekçilerinin dikkatini değil, işverenin de dikkatini çekmişti. Ve yazışmalar, tahkikatlar vs. derken günlerden 31 Ocak 1991 tarihi gelip çatmıştı…

Bir an kendine geldi ve müdürünün çökmüş yüzüne şöyle bir baktı, gözlerindeki kararlılık dışarıdan bakan herkesin anlayacağı kadar belliydi ki…! Ve yavaş yavaş ayağa kalktı, müdürünün üzgün bakışları arasında, "üzülmeyin" diyerek, odadan ayrıldı…

Bir tek O değildi, sürgüne gönderilen! Dernek yöneticilerinden Orhan Altuğ Erzurum’a, Süleyman Eryılmaz da Diyarbakır’a sürgün edilmişti.

Artık zaman gelmişti, yıllar yılı insanların kavuşmalarını, ayrılıklarını izlediği gar binasının penceresinden şimdi onu izleyeceklerdi, çünkü Onun ayrılık zamanı gelmişti…

Hayatında hiç Ankara’dan öteye gitmemişti, Sivas’ı belki haritadan, belki de televizyondan görmüştü.

Bir tek sorun bu değildi ki, 1991 yılına gelene kadar evlenmişti ve bir de çocuğu vardı, ve önündeki iki seçenekten biri, ya sürgüne boyun eğmek ve işten ayrılmak….ya da ne zaman biteceği hiç bilinmeyen bir tarihe ailesinden ayrı kalarak eşinin "işten ayrıl" ısrarları ile kızının göz yaşları arasında karar verip her şeyi göze alarak Sivas’a gitmek..!

Bir dönüm noktasıydı aslında yaşadığı süreç; Ya yıllardır emek verdiği mücadeleyi ve demiryolcuların "yürekliliği ve girişkenliği ile nam salmış" olan "ablası" olarak onları yarı yolda bırakarak, erkek egemen toplumun çarkları arasında "ev kadını" olarak yok olmak.. ya da gereğini yapmak… Ve O, gereğini yaptı….., 15 Gün nakil izni kullandıktan sonra tek gidişi olan Sivas biletini alarak çıktı yola….

Demiryolunun yol haritası, Diyarbakır’a gidişin sadece Sivas üzerinden olmasına olanak veriyordu. Bu yüzden Sivas’a giderken yanında, yol arkadaşı; aynı zamanda kader arkadaşı da olan Süleyman Eryılmaz vardı.

 

15 Şubat 1991…

Karlı, buzlu soğuk bir kış günü bu kente gelmişti. Sivas’ta trenden inip Süleyman’la beraber misafirhaneye gittiler, odalarına yerleştiler. O’nun odası stada bakıyordu. Eşyalarını yerleştirip, duşunu aldıktan sonra hazırlanıp, sürgündeki ilk gününe başlamak üzere yola çıktı. O, İstanbul’da giyimi ile dikkat çeken kadın, yine aynı kadındı ve buzların üstünde topuklu ayakkabılarıyla düşmemeye çalışarak, demiryolunun işletme binasına geldi.

Binanın sol tarafındaki büyük kapıya yöneldi. Sonradan o kapıyı sadece müdürlerin kullanabildiğini…! Memurların kullandıkları kapının ise binanın sağ tarafındaki küçük kapı olduğunu öğrenecekti, Ama dikkat çeken giyimi, fönlü saçları, makyajı ve kendinden emin tavırlarıyla kapıdan girmişti . O içeri girince, bekçi ayağa kalktı..

Daha bekçinin bir şey sormasına fırsat vermeden, sordu:

-Hukuk Müşavirliği hangi katta?

Bekçi;

-Birinci katta efendim.. diye cevap verdi.

Bekçinin hal ve hareketleri Onu için için güldürmüştü, "efendim mi, ben daktilo memuruyum sadece" diye içinden geçirdi…

Birinci kata çıktı, koridoru boydan boya yürüdü ve solda, en sondan ikinci kapıda "Hukuk" yazıyordu…. kapıyı vurup içeri girdi.

İçeride iki tane erkek oturuyordu; biri orta yaşlı, diğeri ise genç..

-"Günaydın merhaba".. dedi ve koro halinde verilen "Günaydın.." cevabını aldı…

 kd

Ve hayatında, bu toplumda kadın olmanın ne demek olduğunu bir kez daha anlayacağını bilmeksizin kendini tanıttı ve tanışmak için bir adım atarak, elini uzattı. Eli havada, kendisi şaşkınlık içinde kalmıştı, ellerini kalplerinin üzerine götürüp hoş geldin diyen bir işaretten fazlasını alamamıştı… Kendini fazlası ile yabancı hissettiği bu ortamda, sağa sola bakındı, gördüğü boş bir sandalyeye oturdu, daha doğrusu çöktü. İçeride sessizlik hakim olmuştu. İçerdekiler Onu şaşkın gözlerle incelerken, O; "ne söylesem acaba" diye düşündü ve kendinden emin bir sesle sordu:

-Benim buraya niçin geldiğimi biliyor musunuz?

Orta yaşlı olanı:

-"Duyduk" dedi.

Onun adı Kemalettin, genç olanın da Salih’ti.

İlk gün böyle geçiyordu, Daha sonra Müşavirlikte çalışan herkesle tanıştı. Hukuk Müşaviri Haluk bey, Müşavir Avukat Nurdan hanım, Avukat Sani bey ve oda arkadaşlarıydı, bundan sonra birlikte çalışacağı kişiler… Günler geçtikçe de, mesai arkadaşlarının fena insanlar olmadıklarını öğrenecekti ve içinden de "Varsın benle tokalaşmasınlar" diye geçirecekti.

İlk günün. İş çıkışında Süleyman’la buluşup. Beraber yemek yediler ve sonra İnsan Hakları Derneğine gittiler. Dernek Başkanı ve diğerleriyle tanıştılar.. Bir süre sonra, üzerlerindeki yol yorgunluğu ağır basınca, misafirhaneye geri dönüp, odalarına çekildiler.

İnsan yalnız hele bir de yabancı bir memlekette, hiç tanımadığı insanlarla, sonunu hiç bilmediği bir zamana kadar kalmak zorunda olduğunu farkedince, içini bir hüzün kaplıyordu O da, yatağına uzandı, anlamsız bir şekilde bomboş tavana bakıyordu, yoldan geçen tek tük arabaların farları odanın tavanına vuruyor ve o kendi gözünde bir anlam yüklediği şekiller canlandırıyordu. Ayrıca Süleyman da yarın gidecek ve o tamamen yalnız kalacaktı, bu yabancı dünyada. Bu durum da ayrı bir hüzün yaratıyordu içinde… Zaman geçmek bilmiyor, gece uzuyordu…Derken uyuyakaldı…

Ertesi gün, kalktı işe gitti… Süleyman o akşam 18.30’da Diyarbakır’a doğru yola çıkacaktı ve o saatlerin gelmesini hiç istemiyordu. Akşam oldu, işten çıktı ve garın önüne geldiler, O, "illa ben de geleceğim otogara" diyor, Süleyman otogarın şehir dışında olması nedeniyle onun isteğini kabul etmiyor ve; "yalnız başına nasıl geri döneceksin" diyordu..

Vakit gelmişti artık…..Sokaklar bomboştu, sokak lambalarının ışıkları yerlerdeki buzların üstünde yansımalar yapıyor ve mavi buğular yükseliyordu yerden.

"Tanrım ne kötü bir akşam" diye geçirdi içinden ve başını Süleyman’ın omzuna koyup, kendini koyverdi, tüm ses tellerini zorlayarak ağlamaya başladı. Ancak, ağlasa da, bağırsa da vakit gelmişti ve Süleyman artık gitmek zorundaydı… Vedalaştılar ve Süleyman taksiye bindi.

Yaşlı gözleriyle, taksi gözden kaybolana kadar el salladı. İşte beklenen olmuş ve yapayalnız kalmıştı bu şehirde…

Her yeri buz tutmuş olan yolda misafirhaneye doğru koşmaya, başladı ayağındaki topuklu ayakkabılarıyla. Koşmuyordu aslında, sadece düşmeye çalışıyordu… Sadece düşmek, bir yerlerini kırmak istiyordu. Olur da bir yerleri kırılırsa, "rapor alıp Istanbul’a giderim" diye geçiriyordu içinden… Ama normalde düz yolda bile ayakları burkulurken şu buzlu yolda düşemedi…. düşmüyordu…. Kahretsin düşmemişti……

Ve maalesef düşmeden Misafirhaneye vardı… Zor bir süreç geçiriyordu ve yapayalnızdı, aslında yaşamın zor bir dönemecine daha gelmişti… Kendi kendine "başka çarem yok, alışmam gerek" diye geçirdi içinden, güçlü olmaya karar verip uykuya daldı.

On korkunç gün geçmişti Sivas’a gelişinin üzerinden, bütün günleri, iş yeri ile misafirhane arasında geçiyordu…. İçi özlemle doluydu. Sıcak bir yemek yiyebilmeyi özlemişti, ev ortamını özlemişti, kızını ve eşini özlemişti……… hem de çok özlemişti……

Buralara bir ideal için gelmişti "artık toparlanmalıyım" diye düşündü. Büro çalışanları, iş koşulları rahat olduğundan örgütlenmeye pek ihtiyaç duymuyorlar, daha doğrusu örgütlenmenin gerekliliğini bilmiyorlardı. Ancak faal personel öyle değildi, kesinlikle faal personelle tanışmanın yollarını bulmalıydı….

Ama bunun çok zor olacağının farkındaydı, daha ilk gününde "kadın"olduğu için eli, tutulmamıştı.10 gün geçmişti O, hala kadındı ve burası da Sivas’tı…

Burada da iki tane dernek vardı. biri DEKAD(Demiryolu Katarcılar Derneği) diğeri DEMARD Sivas Şubesi.. DEKAD, tren üzerinde görev yapan makinist haricindeki personeli örgütlemişti, DEMARD ise, daha çok makinist personeli! Personel, görev almak için gara geldiğinde ya dernekte oluyor yada gar binasının içinde olan personel odasında bekliyordu.

O, öğlenleri yemek yemek için, personel yemekhanesine gidiyordu. Ancak bir gariplik vardı, çünkü yemekhaneye giden tek kadın O’ydu. Sonradan öğrendi ki, diğer kadın çalışanlar öğlen yemeklerini evlerinde yiyorlarmış. Hal böyle olunca , yemekhaneye girdiğinde kendini, "podyumda yürüyormuş gibi" hissediyordu, çünkü yemekhanede bulunan herkes meraklı gözlerle Ona bakıyordu..

Birgün, yemekten çıktıktan sonra, personel odasının önüne gitti. Bir o yana, bir bu yana yürüyordu, odadan çıkan herkese, Süleyman’dan öğrendiği 2 ismi soruyordu, bunlar; İsmail Balta ve Cahit Şimşek’ti.. Aldığı cevap; "ya yolda, ya tren bıraktı, ya da izinli" şeklinde oluyordu. 4 gün boyunca, her gün bunu tekrarladı ve aldığı cevap ne yazık iki hep aynıydı.

5. gün yine aynı yere gitti ve personel odasının önünde dolanırken, içeriden çıkan birisine yine aynı soruyu sordu :

-Cahit Şimşek burada mı?

-Yok bacım.

-Peki İsmail Balta?

-O da yok.

-Nerdeler Acaba?

-Cahit tren bıraktı, İsmail yolda.

-Ya kardeşim, kaç gündür bu arkadaşları soruyorum, niçin neden arıyorsun diye sormuyorsunuz?

-Ne bilim bacım, arkadaşısındır, akrabasısındır!

-Aslında ben onları aramıyorum biliyor musunuz?

-Peki kimi arıyon?

-Ben sizlerle tanışmak, konuşmak istiyorum ben sizleri arıyorum!

-Ee Buyur geç içeri öyleyse…

"Ohh be" en sonunda istediği olmuştu ve personel odasına girdi. İçinden, "bu odaya girdim ya, artık gerisi tamamdır" diye geçirmişti. Artık personelle tanışma imkanını yakalamıştı.

İçeri girdiğinde, şaşkın şaşkın yüzüne baktılar, demiryolcuların geleneği olduğu üzere, hemen çaylar gelmişti. Kendini tanıttı, onlar da isimlerini söylediler. Ve başladı onlarla koyu bir sohbete.. Sivas’ta, faal(arazi ve tren üzerinde çalışan personel) personelle tanışması böyle olmuştu. Artık her öğlen ya derneklerde, ya da personel odasındaydı. Büro personeli olmasına rağmen, dernekçilik geçmişinden dolayı, tüm personelin çalışma koşullarını ve sorunlarını çok iyi biliyordu bundan dolayı da O’nu dinleyen personel, hayretler içinde kalıyordu..

Gündüzleri böyle geçiyordu geçmesine de ama.. akşamlar var ya akşamlar…… akşamlar hiç geçmiyordu… Televizyon yoktu, radyo yoktu… Canı sıkılmasın diye, her gün 5 gazete alıyordu ve seri ilanlarına kadar okuyup, bulmacalarını çözüyor "Saat 23.00 olsa da uyusam" diye bekliyordu, çünkü erken uyursa, gece yarısı uyanıyordu. Ve bu uyanış, sabaha kadar devam eden bir zulme dönüşüyordu…

Bir akşam iş çıkışı İHD’ye gitti, daha önceden başkanıyla da tanışmıştı nasıl olsa… Başkanla sohbet ederlerken gözüne 3-4 tane yeşil parkalı adam ilişti, (demiryolcular da yeşil parka giyerler) içinden "acaba" diye geçirerek, Başkana sordu:

-Bu arkadaşlar demiryolcu mu?

-Evet.. dedi başkan..

Hemen o yeşil parkalıların yanlarına gitti ve:

-"Selam arkadaşlar, ben de demiryolcuyum. Bölge Müdürlüğünde çalışıyorum. Biraz konuşalım mı?" dedi.

-Tabii.. dediler, sevinçle!

Kendini tanıttı, sürgün geldiğini, sendikalaşma sürecini, misafirhanede kaldığını… anlattı. Arada, ev yemeklerini ve ortamını çok özlediğini söylemeyi de unutmadı.

O yeşil parkalılar, Sivas’ta TÜDEMSAŞ’ta (Türkiye Demiryolu Makineleri Sanayi A.Ş.) işçi olarak çalışıyordu ve Demiryol-İş adlı işçi sendikasının üyesiydiler.

Vakit geç olmuş ve artık kalkma zamanı gelmişti… "Tanıştığımız için çok sevindim, yine görüşelim, iyi akşamlar" diyerek ayrılıyordu ki, içlerinden biri:

-"Bacım bi dakka…Eğer yanlış anlamazsan bu akşam misafirimiz olur musun?"

Birden içinden "aman tanrım, beni evine davet ediyor, sıcak ev, sıcak yemek, sıcak sohbet, televizyon.. ne güzel.." diye geçirdi ama duraksadı, çünkü bu adamı hiç tanımıyordu. Adamı baştan aşağıya süzdü, "zayıf, sıska bir şey" diye geçirdi içinden. Kendi kendine, "bana bir şey yapacak olursa onu dövebilirim, buna gücüm yeter" diye düşündü ve evine misafir olmayı kabul etti.

Belediye Otobüsüne bindiler, Alibaba Mahallesine doğru giderlerken…. Adam;

-"Buradan giden arkadaşlarımız var Haydarpaşa’da" dedi

-"Kim?".

-"Hale, Turan…" diye bir cevap alınca gözleri fal taşı gibi açıldı. Hani, yıldızları görmek vardır ya, çizgi filmlerde, kafanın etrafında kuşlar, çiçekler, yıldızlar uçuşur ya, aynen böyle bir durumdaydı. Çünkü Hale ve Turan, O’nun çok sevdiği, samimi olduğu ve ailece görüştüğü insanlardı ve bu adam, Hale’lerin arkadaşı ise, asla kötü biri olamazdı.. içinden YAŞASIINN" diye haykırdı sevinçle…

Eve vardılar. Adamın adı İbrahim, Eşi Kadriye, Kızı Tülay, oğlu da Umut.. Çok güzel bir aile ile çok güzel bir akşam geçiriyordu. Ve böylelikle O’nun, Sivas’ta hafta sonları gidebileceği bir evi olmuştu….

Bu arada misafirhane de artık çekilmez olmaya başlamıştı. Bir Cumartesi günü henüz misafirhaneden çıkmamışken, aşağıdan bir haber geldi, "ziyaretçiniz var" diye… Çok şaşırmıştı, Sivas’ta O’nu tanıyan kim olabilirdi ki?!

Merak içinde indi aşağıya, orta yaşlı, saçları dökülmüş bir adam, hiç kendini tanıtmadan, tatlı sert bir ses tonuyla bağırarak;

-"Kızım burda ev varken sen niye misafirhanede kalıyorsun, ayıp değil mi.. git çabuk valizini topla.." diye söyledi.

Normalde, her insan sorgulardı bu durumu, "kimsin sen kardeşim" derdi ama O, içgüdüsel davranarak ve inanılmaz bir güven duygusuyla, hiçbir şeyi de sorgulamaksızın gidip, valizini topladı ve düştü adamın peşine…

Misafirhaneye çok yakın olan "Yıldız Bloklara" gittiler. 3. kata gelince, adam kapıyı çaldı . İçeride; biri yaşlı, biri orta yaşlı, biri de genç olmak üzere 3 kadın, iki erkek ve bir kız çocuk vardı. Hepsi, sıraya dizilmişler, sımsıcak gülen yüzleriyle Ona bakıyorlardı. O da, sanki her zaman tanıdığı bir eve giriyormuş gibi, kapının önüne düzgün olarak kendisi için yerleştirilmiş ponponlu misafir terliklerini giyerek içeri girdi.

Giriş, o giriş.. Muhteşem Sivas’lı ailesinin yanındaydı artık…

O’nun; Babaanne(Rahmi abinin annesi), Rahmi Abi (onu misafirhaneden eve getiren) Suzi (Suzan yenge,Rahmi abinin eşi), Ferdiye (Rahmi abinin kardeşi, ayrıca sesi de çok güzeldi, bir "mavi yelek mor düğme"yi söylerdi ki, kulaklara ziyafet) İlker, İlknur, Onur’dan oluşan Sivas’lı bir ailesi vardı artık…

Çarşamba ve Pazar ev halkının banyo günleriydi . Çarşamba günleri, babaanne, O işten gelmeden kimseyi banyoya sokmuyor, aile fertlerine "önce O yıkanacak" diyordu.

Sabahları giyiniyordu rengarenk elbiselerini ve geçiyordu aynanın karşısında, babaanne de onu seyrediyor ve "çoh güzel oldun kızım" diyordu. Ferdiye ise kıskançlık yapıyor; "Anne sen elin kızına böyle şeyler söyliyeceğine, kendi kızına söylesene" diyor ve gülüşüyorlardı. Suzi , boylu poslu, çok hoş, çok becerikli bir kadındı ve evin otoritesiydi. çocuklar ise Suzi’nin gözünün içine bakıyorlardı "acaba ne diyecek" diye… Tam bir aile ortamı ve sıcaklığı oluşmuştu aralarında..

O, Sivas’a gidene kadar hiç kelle yememişti , Sivas’ta pazar kahvaltılarının bazen kelle ile yapıldığını da bilmiyordu doğal olarak. Rahmi Abisi, Pazar günleri Saat 06.30 oldu mu, doğru kelle kuyruğa giriyor, sonrasında da, elinde dumanı tüten pideler ve kellelerle geliyordu eve. Bu arada çaylar demlenmiş oluyordu. Suzi kellenin etlerini ayıklayıp, baharatlıyordu … Ve hep birlikte, sıcacık pidelerin arasına kellenin etlerini dürüm yaparak yiyorlardı, kelle yemeye de alışmıştı artık…Ayrıca, Suzi’nin şahane yemeklerine hiç dayanamadığı için farkında olmadan biraz kilo almıştı.

Çok mutluydu, çünkü Sivas’lı ailesi sıcaklık açısından kendi evini hiç aratmıyordu.

Bu arada, günler geçiyor, daha fazla faal personelle tanışabilmek için, işyerindeki dava dosyalarını karıştırarak Kurum aleyhine dava açan personel olup olmadığına bakıyordu. Ona göre Genel mantık olarak, kurum aleyhine dava açan personel, mücadele eden, hakkını arayan personeldi .. Ve sonunda bir tane buldu; Başrevizör Cafer Şahin… Açtığı davayı kazanmış, kendisine verilen disiplin cezasını iptal ettirmişti. Hemen oda arkadaşlarından Cafer’in işyeri telefonunu öğrenip, aradı ve işyerine çağırdı…

Ertesi gün, Cafer Şahin gelmişti işyerine. Bir de ne görsün, "dev gibi bir adam", çok uzun boylu, yüzünde yanık izi var, başında kalpak.. Bir an içinden "frankeştayn gibi bir şey" diye düşündü. Cafer, önce kalpağını koltuğunun altına almış sonra paltosunun önünü iliklemişti ve ona;

– "İyi günler bacım" dedi….. böylece tanıştılar, dünyalar iyisi Cafer abisiyle!

O zamanlar, Cumhuriyet Üniversitesi de henüz yeni açılmıştı.. Çarşıda Halikarnas Cafe diye demokrat insanların gittiği bir bir yer vardı ve arada bir o da gidiyordu oraya… Sendikalaşma sürecinde olan diğer kamu çalışanları da oraya geliyor değişik kurumlarda çalışan insanlar arasında kaynaşma, iletişim sağlanıyor, üniversite öğrencileri de gitar filan çalıyorlardı. O, Cafer Abisini, diğer kamu çalışanları ile tanıştırmak istiyordu ve birgün Onunla birlikte Halikarnas’a gitmek üzere, Gardaki çeşmenin önünde bir arkadaşlarını beklerken, Cafer Abisinin uzun boyundan dolayı, yukarı doğru bakarak sürekli konuşuyor;

-"Cafer abi görürsün bak, Sivas’ta tarih yazacaz, bu demiryolcular bize teşekkür edecek, bundan sonraki nesil bizi saygıyla anacak, hem diğer kamu çalışanları da sendikalaşıyor. Istanbul’da da ilkten çok ilgisizdi insanlar ama şimdi… Burada niye olmasın, yeter ki birlikte mücadele edelim" diyordu.

Cafer Abisi de O’na gözlerini dikmiş, dikkatle dinliyordu.. Bir süre sonra ağzından şu sözler dökülüyordu:

-"Yahu gardaş, sen ne essahlı bi garıymışsın beee. Biz seni gökte ararkene yirde bulduk."

Çok şaşırmıştı bu konuşma şekline, bu arada gülmeye de başlamıştı.. Çünkü dile bakılırsa, sözler iyi değildi, ama… içeriğe bakılırsa Cafer Abisi, O’na "iltifat" ediyordu. Bunu sonraki günlerde daha da iyi anlayacaktı…..

Artık ilişkileri gelişiyor, her gün yeni birisi ile tanışıyordu ama artık makinistlerle de tanışmak istiyordu. Yalnız bir sorun vardı, çünkü makinistlerin işyerleri biraz uzaktaydı ve tek kadın olmanın sıkıntısı yüzünden, yalnız gitmek istemiyordu oraya. Günlerce aradığı Cahit Şimşek vardı ya (Süleyman’ın arkadaşı) onunla gitmeyi planlıyor ve bu yüzden onun ne zaman işe gidip geldiğini takip ediyordu ama bir türlü denk gelip de tanışamamıştı. Aslında Cahit biraz yan çiziyordu karşılaşmamak için, bunun nedenini de çok sonra anlayacaktı.

Ama bir gün Cahit’i yemekhanede yakaladı. Ufak tefek bir adamdı ve daha görür görmez "hadi, gidiyoruz makinistlerin yanına".. Adam sürekli mırın kırın ediyordu ama O hiç dinler mi, ensesine yapıştı ve makinistlerin görev yaptığı depoya doğru yola çıktılar. Cahit hem gidiyor hem de sürekli söyleniyordu ama O hiç aldırmadan içinden; "Gidiyoruz ya ona bak sen… varsın Cahit söylensin" diyordu.

Sonunda depoya vardılar. Ev gibi bir yerdi. Büyük kapıdan içeri girdiler, ayakkabılarını çıkarıp içeriye gireceklerdi. Eğilmiş, çizmelerini çıkarmak için uğraşırken, gözlerinin önündeki "takunya giymiş, iki kıllı ayağı" fark etti ve yavaş yavaş başını yukarı doğru kaldırdı. Karşısında gördüğü, dizlerine kadar paçalarını sıvamış, iri kıyım, kel bir adamdı. Ve ona;

-"Buyur bacım.." dedi.

-"Merhaba.. biz buraya ziyarete geldik", diye cevap verdi .

Adam

-"Buraya kadınlar giremez" dedi

Bu sözlere çok sinirlenmişti, kararlı ve kendinden emir bir ifadeyle;

-"Neden , Hangi kanunda, hangi emirde, hangi yönetmelikte yazıyor" diye sordu.

-"Bi yerde yazmıyo ama şimdiye kadar hiç girmedi" diye söylendi adam.

-O da rahat ve kendinden emin bir ifade ile; "Gör bak şimdi nasıl girecek, her şeyin bir ilki vardır gardaş" dedi Sivas ağzıyla.. ve adamın bakışları arasında içeri girdi. Cahit de, arkadan geliyordu çocuk gibi… Hemen sağdaki odaya girdiler ama içerde kimse yoktu. Kadın olduğu için Onu içeri almak istemeyen adam, "personelin öbür odada yemek yediğini" söyledi ve Onlar da başladı personeli beklemeye. Bekledikleri odanın içi ev gibi döşenmişti, pencerelerinde perdeler, Odanın üç yanında sedir ile tam köşede de bir tane televizyon vardı.. Aradan zaman geçmişti ve kimse yemeğini bitirip gelmiyordu, sonunda dayanamayarak Cahit’e, "onları beklediğimizi söylesen de, çabuk gelseler" dedi. Ama Cahit, tuhaf bir durgunluk ve çekingenlikle, "gelirler şimdi" diyordu, sanki gelmelerini istemezmiş gibi. Bu arada öğlen paydosu bitmek üzereydi ve işe dönmek zorunda olduğu için en sonunda kendisi kalkıp, çatal kaşık seslerinin geldiği odaya gitti ve odanın girişinde kapının iki yanına ellerini dayayıp;

-"Afiyet olsun beyler" dedi.

15-20 Kişi vardı içeride, adamlar Onu kapıda öylece görünce, şaşkınlıktan gözleri kocaman kocaman oldu ve ellerindeki kaşıklar havada kaldı birkaç saniye..! Onların şaşkınlığını umursamaksızın;

-"Arkadaşlar ben sizi ziyarete geldim, biraz konuşmak istiyorum, yemeğinizi çabuk yerseniz sevinirim, içeride sizi bekliyorum" deyip, tekrar Cahit’in olduğu odaya geri döndü. Aradan 5 dakika geçmemişti ki, hepsi bir bir döküldü içeriye…

Adamlar hala şaşkın gözlerle Ona bakarken, gayet rahat bir şekilde; kendini tanıttı, neden sürgün geldiğini, nerede çalıştığını, Haydarpaşa’da yaptıkları eylem ve etkinlikleri, ülkedeki tüm kamu çalışanlarının sendikalaşma için nasıl mücadele ettiklerini bir bir anlattı, hem de yaklaşık 20 dakika boyunca hiç susmaksızın…

Hepsi hayret ve şaşkınlık içinde ona bakarken, son söz olarak;

-"Biraz da siz konuşun, ne düşünüyorsunuz bu konularda" dedi.

Bir süre sessizlik oldu içeride ve biraz sonra içlerinden en yaşlı olanı;

-"Bacım ben sana bişey diyem mi (eliyle sedirlerin üzerinde oturan makinistleri göstererek) aha bunların hepsi gavat.. hepsini toplasan bi sen etmezler.." dedi.

Önce şaşırmış, sonra da hafiften utanmıştı bu sözler karşısında ve yine sessizlik olmuştu içeride.. Bir an kafasını kaldırdı ve içerideki herkesin Ona baktığını fark etti:

-"Ne bakıyorsunuz" dedi ve ekledi; "bana söylemiyor size söylüyor"

Bu sözler üzerine içeride bir kahkaha fırtınası koptu. Böylelikle de sohbet ortamı oluşmuş oldu. Çıkarken, çalıştığı işyerinin telefon numarasını verdi; "Çay içmek, sohbet etmek, sendikalaşma süreci hakkında bilgi almak veya vermek isteyen herkesi beklerim" dedi ve Cahit’le birlikte oradan ayrıldılar. Cahit de çok şaşırmış, "Yaa sen neymişsin bee.." diyordu. O gün işyerinde telefonu hiç susmadı. Bu durum karşısında büronun şefi;

-"Kızım sen naaptın ya, biz yıllardır buradayız bizi bile bu kadar arayan yok"dedi.

-O da; "Dur hele şefim, daha neler olacak" diye cevap verdi.

Günler günleri kovalarken, birgün; makinistlerin ağırlıklı olarak Sünni olduğunu, Cahit’in ise Alevi olduğunu ve bu nedenle Onunla depoya gelmek istemediğini öğrendi ve "insanların seçme hakkı olmadan sahip oldukları değerler üzerinden yapılan bu ayrımcılığa" çok üzüldü.

Bir Perşembe günü işyerinde çalışırken telefon çaldı, Onu arıyorlardı, telefonu eline aldı, karşısında kibar bir erkek sesi;

-"Hanımefendi iyi günler ben Mehmet Erdoğan, Divriği’den arıyorum, siz sendikal örgütlenme için toplantılar yapıyormuşsunuz bir toplantı düzenlesek Divriği’ye de gelir misiniz?" diye sordu.

Duyduklarına inanamamıştı, her yere zorla girip, konuşmalar yaparken, birisi Ona, "toplantı düzenlesem gelir misin" diyordu.. Bu sefer şaşkınlık sırası Ondaydı… ama hemen cevap vererek;

-"Ne demek elbette gelirim" dedi.

Hemen o hafta sonu soluğu Divriği’de aldı. Divriği ve Demirdağ’da çalışanların dörtte üçü düzenlenen toplantıya katılmıştı. Hiç başka yerlerdekilere de benzemiyorlardı bu insanlar. Mehmet, müthiş saygın ve efendi biriydi. Çok güzel bir ailesi vardı; eşi Sabahat, kızı Deniz(O sürgünden döndükten sonra, bir kızları daha olmuş ve Ceren adını vermişler)… Toplantıdan sonra, Onu evlerinde misafir ettiler. Küçük bir lojmanda oturuyorlardı. Ev küçük olunca, Sabahat’la beraber yatmış ve o gece sabaha kadar konuşmuşlardı. Mehmet; Erzincan, Erzurum ve Kars’ta da toplantılar düzenlemek üzere oralarla bağlantılar kurmuştu.

Makinist olarak çalışan Ali Şimşek (Kaddafi Ali) vardı; nazlı niyazlı, süsüne, püsüne düşkün bir adam. Onunla Kars’a kadar turne yapmaya karar verdiler ve Sivas’tan Doğu Ekspresine bindiler, huylu huyundan vaz geçer mi, hemen;

-"Ali, furgona gidelim.." dedi ama Ali karşı çıktı

-"Yaa abla boşver, orda şunlar var, bunlar var, kafan uymaz, bi tanesi dinci zaten" diyordu.

-"Ali boşver neci olduklarını bunlar demiryolcu değil mi, gel gidelim iki laf ederiz" diye hemen cevabı yapıştırıyordu.

Sonuçta Ali, nazlana nazlana, söylene söylene kalktı ve Onunla. Trenin içinden, trenin en önünde olan bu vagona doğru yürüdüler. (Furgon denilen yer, trenin seyri sırasında vagonlarda görev yapan personelin bulunduğu özel vagondur ve tren personeli genelde orada oturur) İçeri girdiler, personel Onu görünce, bir tuhaf olmuştu, çünkü bu vagona kadınların geldiğini belki hiç görmemişlerdi. Artık alışkındı bu şaşkınlıklara, onlara demiryolcu diliyle, "Hayırlı işler" diyerek kuruldu vagona ve hemen sohbeti başlattı, hem de en koyusundan. Anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki, sürekli, konuşuyordu. Ali’nin dinci dediği personelin ismi, Recep’ti. Recep ilkten ilgisiz görünüyordu sohbete ama o kardeşinin adının da Recep olduğunu ve Recep’leri çok sevdiğini söyleyerek, onunla bağ kurmayı başardı. Adam gülümsemiş ve sonra da açılarak sohbete dahil olmuştu..

Karşılıklı sohbet ederlerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar, yemek zamanı da gelmişti. Yerde duran takım sandığının üstüne özenle gazete kağıtları serilmişti, dertsiz masa örtüsü gibi… Herkes yemekleri getirdiği sefertaslarını çıkartıp sandığın üstüne diziyordu. Kaşıklar, çatallar kağıt peçete ile siliniyordu. (demiryolcular kendi ihtiyaçlarının haricinde mutlaka fazladan çatal kaşık ve çay bardağı bulundururlar çantalarında… çünkü yemeğe veya çaya mutlaka misafirleri olur) Küçük kavanoz tüpte yemekler ısıtılıyor, vagonun içini mis gibi yemek kokuları sarıyordu. O,demiryolcuları ve demiryollarını çok seviyordu ve gözlerini kapatıp, kendini 5 yıldızlı bir otelin restoranında farz ediyordu.. Çeşit çeşit yemekler vardı, aklında kalan ise; nohut, bulgur pilavı ve turşuydu. Kaşıkları alıyorlardı ellerine, küçücük sefertaslarının içine 7 kişi kaşık sallayarak, her tekerlek dönüşünde değişen manzaralar eşliğinde yemeklerini yiyorlardı. Çok sıcak ve güzel bir ortamdı. Sorunları aynı, çözümleri bir olan, aynı dili konuşan ve çok şey paylaşan insanlar bir aradaydı…

Örgütlenme turnesi başarıyla tamamlanmış ve pazartesi günü işyerine gitmişti ki, saat 09.30’da kapı açıldı ve o, hani Ali’nin dinci dediği "Recep" içeri girdi ve :

-"Abla, ben sendikaya üye olmak istiyorum" dedi.

Zaten Recep’i görünce gözlerine inanamamıştı, bu sözlerini duyunca da kulaklarına inanamadı.. Bu arada Recep konuşmaya devam ediyordu;

-"Abla, sen ki bizle beraber o sefertaslarına kaşık salladın ya..Aynı bardaktan çay içtin ya, bizi bizden iyi anlattın ya, sen bizdensin be abla" dedi…

Çok mutluydu, Sivas’a geldiğinden beri verdiği mücadele artık meyvesini veriyordu. Sonraki günlerde Ali Şimşek’le Samsun’a gitti, işyeri toplantıları, diğer kamu çalışanları ile görüşmeler yapıldı… Bütün bu çalışmalar, yolculuk süreleri de dahil olmak üzere sadece hafta sonları yapıldığı için, dönüş yolculuğunda fazlası ile yorgun düşüyordu. Samsun’dan dönüşte trene bindiler ve yerlerine oturdular. Ama o trenin yolcuları bir acayipti, 6 kişilik kompartımanda 10 kişi olmuştu yolculuk eden sayısı. Her gelen:

-"Hele acık yanaşın da şuraya bi sıkışayım".. diyor ve oturuyordu.

Biraz koridora çıkıp hava almak istedi, camdan dışarıyı seyrediyordu, bir baktı ki, yandaki camda yeşil parkalı, elinde sefertası olan biri duruyor, "kesin demiryolcu" dedi içinden ve;

-"Selam… demiryolcu musun?" Dedi.

-"Evet bacım" dedi karşıdaki adam.

-Ne iş yaparsın?

-Manevracıyım

-Ben de demiryolcuyum.. dedi ve devam ederek; "Sivas’ta çalıştığını, sürgün geldiğini, sendikal amaçlarını, hedeflerini anlattı" adama. Adam Onu dikkatle dinledi, ve..

-"O iş burada tutmaz abla" dedi.

-"Neden" diye sordu.

-"Bak, sen her şeyi göze almışsın, bunu herkes yapamaz, çünkü burada insanların köyleri yakın, bulguru gelir, peyniri gelir, unu gelir buralardan uzaklaşmayı kimse göze alamaz" diye bir cevap aldı.

-O da, "Ya bi de tutarsa…" diyerek sözünü tamamladı…

Bu diyalog, sürgünü sona erip Haydarpaşa’ya geri döndükten sonra tekrar yaşanacaktı, 1995 yılında yine Süleyman ile birlikte sendikanın genel merkez yöneticisi olarak Sivas-Kars arası turne yaptıklarında Erzurum’da Demirspor lokalinde düzenlenen toplantıda ve her zamanki gibi yine tek kadın O’ydu. Katılım ve ilginin yüksek olduğu bu. toplantının bitiminde perona çıktıklar… Biri yanına yaklaştı ve;

"-Abla beni tanıdın mı…." Diye sordu, Dikkatle baktı, yanlış bir şey de söylemek istemiyordu ve "Ya çıkaramadım" dedi. Adam ise;

-"Ben senden çok utanıyorum abla, sen haklı çıktın bu iş tuttu" deyince adamı hatırladı. Bu adam, Samsun’dan dönerken trende konuştuğu, "bu iş tutmaz abla" diyen demiryolcuydu.

Bu arada Sivas sürgünü günleri devam ediyordu. Günlerden bir Perşembe günü saat 16.45’de işyeri telefonu çaldı, telefonu açtığında, demiryolcu ve mücadele arkadaşı olan Haydarpaşa’da yol çavuşu olarak görev yapan Hasan Özkan vardı. Adam titreyen ağlamaklı bir sesle;

 kd

-"Abla sendikayı kurduk TÜM-RAY-SEN’ imiz var artık" dedi.

Bu sözü duyunca ağlamaya başladı, sevinç göz yaşlarıydı bunlar. İstanbul’da, sendikanın kuruluş bildirgesi verilmişti artık valiliğe ve toplanan üye formlarının artık bir kimliği vardı. Şanlı bir tarihin başlangıcıydı bu…. ve günlerden de 13 KASIM 1991’di.

Bu arada mesai arkadaşlarıyla da çok iyi bir diyalog kurmuş ve arkadaş olmuşlardı. Sürekli espriler, şakalar yaparak keyifle çalışıyorlardı artık. O elini vermeyen insanlar, artık Onu evlerine davet ediyorlar, gitmeyince de gönül koyuyorlardı. Orta yaşlı olan Şefi;

-"Aslında sen çok iyi bir insansın, dini duyguların biraz zayıf olmasa" diyor, o da:

-"Şefiiim, sanane benim dini duygularımdan benim mezarıma sen mi girecen… hem ben öldüğümde saçımın her teline 40 tane yılan asılacak mı ??" (şefi ona, hep böyle derdi) diyordu. Aldığı cevap ise;

-"Tabii asılacak" oluyordu. O da cevap olarak;

-"Asılacaksa benim saçıma asılacak sana ne şefim.. hem bak senin başında asılacak saç bile yok zavallı yılanlar" diyor du. Bu şakalar karşısında Salih ise ayaklarını yerlere vura vura gülüyor

-Yahu sen gidersen biz napacaz… diyordu..

Müşavirlikte bir de kadın avukat vardı ve çok şeker bir insandı. Öğlenleri Onu yemeğe davet ediyordu. Beraber lojmanına gidiyorlardı ve mantılar, börekler, sarmalar… Ohhhh, süperdi.

Bazı öğlen paydoslarında da, TÜDEMSAŞ’a gidip, 3. katta toplantılar yapıyorlardı, sendikal örgütlenme için.. Toplantı bittiğinde insanlar, yanlarına gelip, "biz de ikinci katta toplandık, sizi bekliyoruz, lütfen çok bekletmeyin olur mu" diyorlardı… Onlar da, kulaklarına inanamıyorlar ve koşa koşa 2.kattaki toplantıya katılıyorlardı.

Herkes O’nu tanımıştı artık, tabi bir de bu çalışmalarından dolayı Onu tanıyan başka birisi daha vardı, o da; resmi protokolde yer alan ve bölgenin en büyük yetkilisi olan Bölge Müdürüydü. Müdür bey onun sendikal örgütlenme çalışmalarını duymuş ve işyeri amiri olan Hukuk Müşavirine;

-"O bayana söyle, haddini bilsin, yoksa kötü olur " demişti.

Müşavir de, Ona söyledi bölge müdürünün sözlerini. Bu sözleri duyar da durur muydu, hemen soluğunu Bölge Müdürünün odasında aldı., görüşmek istediğini iletti Sekreter aracılığıyla. Görüşme talebi kabul edilmişti.

İçeri girdi, elleri önünde bağlı bir vaziyette;

-"Efendim iyi günler ben Hukuk Müşavirliğinde çalışıyorum. Benimle ilgili size yanlış bilgiler vermişler, ben doğrusunu anlatmak istedim, onun için sizi rahatsız ettim" dedi.

Müdür; elleri sümenin üstünde, gözlükleri burnunun üstünde sert bir sesle;

-"Bana bak bayan, ayağını denk al, yoksa Kars’a gidersin" dedi.

Müdürün bu tarzından son derece rahatsız olmuştu, önünde bağlı olan ellerini yavaş yavaş çözdü ve masanın önünde duran koltuğa oturup, dirseğini de masaya dayayarak;

-"Esas sen bana bak müdür bey, burası benim babamın evi değil, biliyorsun değil mi? İster Kars’a, ister Erzurum’a, ister Erzincan’a gönder, ben bu çalışmaları Haydarpaşa’da yapıyordum, burada da yapıyorum ve bundan sonra gideceğim her yerde de yapacağım" dedi.. Müdür çok şaşırmıştı, karşısında hem bir kadın, hem de bir memur vardı ve ona höykürüyordu. Birden, bakışları değişti, kaşları aşağıya düştü, bir tuhaf oldu o koskoca Bölge Müdürü!

-"Yok hanımefendi ben öyle demek istemedim, sen beni yanlış anladın" dedi..

Geçmişte de hep söylerdi ama O gün bir kez daha kanıtlanmıştı ki, "Kararlılığını karşındakine hissettirdiğin anda, 1-0 galip olunuyordu".

1,5 yıl boyunca, giyim tarzını, saç şeklini, makyajını, davranışlarını asla değiştirmeden çalıştı Sivas’ta.. Sabahları yüksek topuklu ayakkabılarıyla, buz tutmuş asfaltta karşıdan karşıya geçip gazete alırdı… Cuma günleri de hem gazete, hem de gırgır dergisi.. Kapıdaki bekçi Erol;

-"Abla gurban oliim sen karşıya varma, kazete neyin biz alırıh" dedi birgün..

Ondan sonra her mesaiye geldiğinde gazetesi, Cuma günleri de, gazetesi ile gırgır dergisi masasının üstündeydi Erol’un sayesinde!

O Sivas’ı, Sivas ve Sivas’lılar da onu, böyle olduğu gibi sevdi.

Bu 1,5 yıl içerisinde sendikasının; Divriği Temsilciliğini, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars ve Samsun Şubelerini kurdular demiryolu emekçileriyle birlikte…

1,5 Yıl sonra Haydarpaşa’ya nakli çıkmış ve sürgünü sona ermişti. Bu yaşadıklarından sonra sevinse miydi, üzülse miydi bilemedi, çünkü çok güzel günler geçirmiş, çok büyük işler yapmıştı..

Dönüş için trene binmek üzere gara geldiğinde, abartısız 50 kadar demiryolcu, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, Onu uğurlamaya gelmişlerdi, ellerindeki kalbura bastılar, köfteler, dolmalar, sarı burmalar gözlemeler, el örmesi çedikler ve yün çoraplarla…!

Gözlerinden oluk gibi yaşlar dökülürken ;

"Hasret , ayrılık ve özlem bu kadar güzel olabilir" diye geçirdi içinden…

 

22 Ağustos 1992…

Tüm Ray Sen’in ilk genel kurulu yapılıyordu ve O, kürsüye çıkarak şunları söyledi:

"Beni Sivas’a sürgüne göndererek, sendikamın örgütlenmesine katkı sunmamı sağlayan demiryolu yöneticilerine teşekkürlerimi sunuyorum"

Sivas’a geldiğinin 2.günüydü ve Yerler buzluydu. O gün kayıp düşse ve rapor alıp İstanbul’a dönseydi, belki bir daha Sivas’a hiç gelmeyecek ve yaşamın içinde; adı, sanı olmayan bir kahraman olarak kaybolup gidecekti ama kayıp düşmemişti. "Kadınlar bir kez karar vermeye görsün" diyen bir yürek ve bilinçle yaşama dahil oldu ve "ben de varım" dedi.

Yaşama dahil olunca, yaşam değiştirilebiliyordu ve bunu 1992 Eylülünde bir kez daha gördü. Sivas’taki Kemalettin Şefi, yaz tatili için Gebze’ye arkadaşına gelmiş, oradan da Onu görmek için Haydarpaşa’ya geçmişti. Haydarpaşa Gar binasının 3. katına çıktı. Onun odasını buldu ve koşarak gelip, odanın ortasına Onun boynuna sarıldı şu sözler döküldü dudaklarından;

-"Biz seni çok özledik keşke seni hiç tanımasaydık. Şimdi günlerimiz çok hareketsiz ve sessiz geçiyor.." Bu Kemalettin, Ona Sivas’taki ilk iş gününde, "kadın" diye elini vermeyen şefiydi. O, kadına yabancı kalan, yok sayan eller şimdi kardeşçe ve dostça boynuna sarılmıştı.

Yaşam değiştirilebiliyordu demek ki, yeter ki yüreklerde kararlılık, beyinlerde bilinç olsun!…

SİVASLI AİLESİ

Babaanne vefat etti,. İlker Makine Mühendisi oldu (Evlendi) İlknur Reklamcı oldu (Evlendi bir oğlu var) Onur İşletme okudu Staj yapıyor. Rahmi Abi, Suzi ve Ferdiye Ankara’ya taşındılar Lale’de oturuyorlar. Hala çok iyi görüşüyorlar.

İŞYERİNDEKİ ARKADAŞLARI

Hukuk Müşaviri Adana’ya nakil gitti (emekli oldu) Müş, Av.Nurdan hanım (Emekli oldu Antalya’ya yerleşti hala görüşüyorlar) Av. Sani bey TCDD’den ayrıldı (Bozüyük’te özel büro açtı) Salih (hala Sivas’ta çalışıyor ve görüşüyorlar) Kemalettin Şef (emekli oldu ve maalesef vefat etti)Cafer Abisi (Emekli oldu) Recep (Çalışıyor) Ali (Hala çalışıyor ve yakın zamana kadar Sendikanın Sivas Şube Başkanı idi)

O’da hala TCDD 1. Bölge Müdürlüğünde Büro Şefi olarak çalışıyor..Hala sendikal mücadeleye devam ediyor.

Ayşen DÖNMEZ

 

NOT: Bu öykü Petrol-İş Sendikasının yayın organı Petrol-İş Kadın Dergisinin 2007 yılında düzenlediği "Kadın Öyküleri" adlı yarışmaya katılmış ve ilk ona girmiştir.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: www.kentvedemiryolu.com