Kimi zaman Bakırköy’ü ikiye ayıran istasyon köprüsünün üzerinden geçer, her geçtiğimde de şöyle bir durur, uzun uzun bakarım tren raylarına… Birkaç saniyelik bir süre için de olsa, bu ufak, dalgın bakışlar, 1950’li yıllarda, henüz o güzelim buharlı trenlerin saltanatının sürdüğü çocukluğuma alır götürür beni… Kimi zaman babamın elinden tutup bindiğim; sarı çubuklara tutturulmuş fileli portbagaj ve deri kaplı koltuklarla bezenmiş bir kompartımanın içinde bulurum kendimi… Kimi zaman da hayal perdesini biraz daha aralayıp vagon penceresinden aşağıya baktığımda, bir tarafı kırmızı, bir tarafı yeşil, yuvarlak işaret levhasını havaya kaldırıp, dudaklarının arasındaki düdüğü uzunca öttürerek, bir baş işaretiyle makinisti selamlayan istasyonun emektar Şefdögar’ını görür gibi olurum bir an… Ve keskin bir düdüğün ardından, hareket ettiğimizin, çuf çuf seslerinin yavaş yavaş hızlandığının hayali içinde kaybolur giderim…Devamı için tıklayınız »