Kent ve Demiryolu Menü

Kalıcı Başlantı:

14. İstasyon Beni Uyur Bulacak

(yorumlar kapalı)

Şair Müşür Kaya Canpolat’la "Başıboş tren"de (*)

 kd

 

Ümit Sarıaslan

 

Başlığı kuran tümce, değerli şairin gençlik şiirlerinden birinin adı. 1950’li yılların başlarında yazılmış bu şiir, şairin memleketi Adana‘da yayımlanan Bugün adlı gazetenin sanat sayfasında yayımlanmış:

"Bu kaçıncı istasyon

Kimbilir hangi durak

Çisem çisem yağmurda

Uğulduyor düşünce

14. İstasyon beni uyur bulacak"…     

                                                                      

Şair Müşür Kaya Canpolat                

 

İlginç bir rastlantı ile, 14 Kasım 1993‘te değerli şair Müşür Kaya Canpolat ile Göztepe’deki evinde bir öğleüzeri buluştuğumuzda söyleşimize bu şiirle başlamıştık. İstanbul treninden inip, şiirin trenine binmiştik birlikte.

Bir Fransızca Hocamız vardı, Lütfi Ayda. Fransızca bir metinden okuduğu bir tren öyküsü, o gün bugündür belleğimde diye başladı söze, Müşür Kaya Canpolat. "Başıboş Lokomotif" adlı bir öyküydü bu. Yayımlandığında dünya edebiyat çevrelerinde yankı yapmış. O, rayına koydu söyleşi katarını; ya ben, daha öykünün adını duyar duymaz belleğime düşen sayısız trenli fotoğrafı masaya koyup da şairin sözünü kesmemek için zor tuttum kendimi.

Her nasılsa makinistin denetiminden çıkıp, başına boydak bir biçimde gittikçe artan bir hızla yol alan, istasyondan istasyona ipini koparmış taylar gibi çılgınca koşan bir lokomotifle makinistini anlatıyormuş öykü. Durması durdurulması fermana mahsus lokomotifin istasyondan istasyona haber geçilerek, makaslarının ayarlanıp birleştirilerek kendisine yol verilmesinden, bu akla ziyan gidişi çaresizlik içinde izleyen makinistin durulamayan duraklar (istasyonlar) arasında değişen düşlem ve düşünce dünyasını anlatan bir öykü. Bir an için kendimi o makinistin yerine koyduğumda, bu söyleşi için belirlediğim durakları birbirine karıştırdığımı bile duyumsadım. Ama, insan böyle masada oturunca, belleğinde silinmez bir yer etmiş; ancak makinistsiz benzer bir lokomotif öyküsüyle yan yana da olsa, trenini bir biçimde kenara çekebiliyor! Durdum ben de. Bir yandan bir kazaya yol açmak kaygısı içinde, tüyleri diken diken olmuş insan, beri yandan istasyondan istasyona içi-kurgusu değişen bir düşsel öykünün çatısını kurabiliyor.

Yaşamın andan ana değişen akışı içinde insan, bir masa başını istasyon tutsa da kendine, tüm istasyonlarını yitirdiği bir koşuda nereye varacağı bilinmez bir lokomotifin makinisti de olsa, düş kurmaktan; gerçekliği düşsellikle sarmalamaktan uzaklaşamıyor. Yaşamın treni belki de, benim çocukluğumda makinistsiz de olsa ipini koparmış bir biçimde Tarsus’tan Toroslara doğru seğirtip de ancak yorulunca yakalanan (!) o lokomotif gibi, böyle istasyondan istasyona; duraktan durağa dizginlenemez bir koşunun eytişiminde yol alıyor hep.

Sözün burasında, ipini koparmış lokomotiften, cehennemi andıran tren yolculuğundaki düşlerinden-düşlemlerinden çaresiz makinistin, Orta Anadolu düzlüğüyle Torosların birleştiği bir coğrafyada ıssız okyanusta bir garip ada, ağaçsız topraklarda inişle yokuşun enginliklerde süzülen kartal kanadı gibi birleştiği boşlukta bir yalnızlık anıtını andırır Kardeşgediği İstasyonu‘na atlıyor Müşür Kaya Canpolat.

"Başıboş Lokomotif" ve düşten düşe, düşünceden düşünceye atlarken altında kendi ölümünü de yedeğine alarak koşan demirata inat, hamuru şiirle karılmış öyküler kuraduran makinistin belki de hiç geçmediği bir istasyonda duruyor, Şairin treni. O istasyonu, dört bir yana açılan ıssız bozkırı, bozkırın üzerine tüm enlem ve boylamlarıyla onu örtüp kucaklamak için kapanır gibi abanan gökkubbenin birlikte kurdukları yalnızlık evrenini o istasyondan bir kez olsun trenle geçmemiş insana anlatmak gerçekten zordur! (Ben de bu demiryolunda yaptığım çocukluk ve gençlik yolculuklarından biriktirilmiş izlenimlerimi, bir gün benzeri diğer yaşanmışlık kesitleriyle birlikte yayımlayacağım) Bu ıssız Anadolu istasyonunun ıssızlığını tanımlamak için "ıssız" nitemi yetmez!.. "Başıboş lokomotif"in istasyondan istasyona çılgın koşusunda, artık lokomotifin ocağı başında duran adam olmaktan çıkıp, ocakta yanan ateşin içinde yüzen makinistin yalnızlığını okşar bir yalnızlıktır ki, ancak benzer bir yolculuğun dağarına dahil edilirse duyumsanabilir.

 kd

Şiirin durdurduğu tren!

Müşür Kaya’ya Tarsus’tan Toroslara doğru kaçan lokomotifi anımsatınca; "Dur! Bak" diyor, "Bir olay anlatayım sana…" Tam şaire göre, şairane bir gençlik öyküsü: Ben Mersin’i görmedim. Hasan Çelik adlı bir arkadaşla Mersin’e gidiyoruz. Hiç deniz görmemişim ben. Dağların eteğinde büyümüş bir çocuk olarak ilk kez  denizi görmeye gidiyoruz.                       

                                                                                                                              

eski tarsus istasyonu 

Hem de trenle. Adana’dan bindik trene. Trende doymak bilmez bir kd seyir açlığıyla doğayı, Adana-Mersin arasının tadına doyulmaz coğrafyasını şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek izliyorum. Trenin içinde miyim, dışında mı bir o yana, bir öte yana seğirtiyorum. Bir yanı, sıra sıra dağlar, bir yanı yemyeşil düzlüklerle denize doğru kaçan bereketli topraklar, Çukurova’nın o klasik resmi beni esrikleştirmiş. Bakmaya doyamıyorum. "Bakma sarhoşluğu" diyorum. Evet, diyor.

Bir ara, nasıl olduysa Hasan Çelik, beni yitirmiş. Yenice İstasyonu’nu geçmişiz. Orda mı indi, başına bir hal mi geldi diye çocukcağız ne yapacağını şaşırmış. Ben olsam ben de şaşırırım. Kaygıdan bunalan arkadaşım, gitmiş tren sorumlusuna: Birlikte seyahat ettiğimiz bir arkadaşım vardı. Kendisi şairdir, demiş. Hayranlık ve şaşkınlıkla çevreyi seyrediyordu. Başına bir iş gelmesinden korkuyorum… Düşüp-kalmasın bir yerde, ne olur durdurun treni de bir bakın, demiş.

(**)Mersin Adana arası sefer yapan ilk tren 

 kdYenice istasyonu’ndan ne zaman geçsem benim yüzümden durdurulan o treni hatırlarım şimdi, diyor Müşür Abi. Kulakları çınlasın benim sevgili arkadaşım Hasan Çelik, şaşkın şepelek halimle şairliğimi birleştirince, benden çok şaşırmış, yalvarmış tren sorumlusuna; ne olur durdurun şu treni diye…

 

 

 

Hele o yalnızlığın düşsel resimleri gibi istasyonun üst kat pencerelerinde yalnızlık tanrıçaları gibi dikilen kadınlar… İstasyon müdürünün karısı, kızı… Her katarda ayrı yalnızlık sularında yıkanan iç dünyalarının bir yanını, bilinmez hangi diyarlara salan o kadınlar. Işıklı pencereleri, cümbüşlü görüntüsü, camdan cama değişen fotoğrafıyla tren denilen bu dünyanın hangi kapısından, hangi katarla, hangi bilinmez dünyaya yolculuğa çıktıklarını bir türlü bilip bilemeyeceğimiz o yalnız kadınlar. Açılıp kapanan, hiç kıpırdamayan perdeler arkasında soluk bir fotoğraf, eski bir anı gibi varla yok arası kadınlar. Ve gelip geçen her trenle yeniden kurup yıktıkları düşler dünyası, düşlem denizi içinde kulaç atan adsız kadınlar. Tren istasyondan ayrılır ayrılmaz, yaşamları olmuş ağır yalnızlığın Torosların üstüne ağan sis gibi, duman gibi dallarına bindiği o kadınlar…

Üniversitede okurken Adana’dan İstanbul’a gidiş gelişlerimde o istasyon; bir, istasyon müdürünün eşi ve yakınlarının barındığı üst kat pencerelerinden yansıyan şiirli fotoğrafla, bir de adına yakılan acıklı türküyle, gençlik yıllarımın beni alıp savuran anıları-anıyapıları arasında yer alır. Onların korkunç diye nitelenebilecek yalnızlığını, içinden geçegittiği yalnızlık denizinin, ıssız Anadolu coğrafyasının önüne serdiği yalnızlık sularının ruha taşıdığıyla birleştirince, içinde yolculuk ettiğimiz treni, çocukluğumuzda Fransızca Öğretmenimizin okuduğu öyküdeki makinistinin istasyondan istasyona değişip dönüşen öykülerine konu lokomotif çekiyormuş gibi gelirdi bana.

"Kardeşgediği’nde de durmazsan hiçbir yerde duramazsın!.."

Ne zaman diyor, yalnız kadınlar düşse dilime (kafesteki kuşu gösteriyor), şu kuşlar gibi yalnız kadınlar, hep o istasyon düşer aklıma. Bir de penceredeki kadınlar. Yalnızlık denilince, salt bizim yazınımızda değil, dünya yazınında da uzak dağ istasyonları ve orada yaşayan insanlar, ardısıra kaçınılmaz, kadınlar akla gelir. Trenli dünyamızın, trenlerin hayatlarımızın ortasından geçip gittiği bir ortaklaşalığın fotoğrafıdır bu, demeye getiriyor. Ki ömrünce bir kez olsun bir uzak dağ istasyonunda, bir Anadolu gecesinde bekleyen tren penceresinden istasyon pencerelerine gözünü çevirmemişlerin albümünde olmayan bir fotoğraf…

Gençliğimin o istasyon penceresine nakışlı fotoğrafa ne zaman baksam, o kadınların yalnızlığı beni de aldı götürdü. Gün geldi, bir şiirimde "İstasyon müdürünün karısının yalnızlığına…yalnızlığına…" diye uzayan dizeye dönüştü bu.

 kdSözün burasında kendine özgü dumanlı kahkahalarından birini patlatıyor:

O istasyon(lar)dan geçilmeden yalnızlığın şiiri yazılamaz. Dahası, "adam" olunamaz diyor. Ama, illa ki Kardeşgediği İstasyonu. Kayseri’den, Konya’dan gelen demiryollarının birleştiği, Ulukışla’dan başlayarak Torosların eteğine girdiği bu demiryolu kavşağındaki, bu istasyon… diyor. "Kardeşgediği İstasyonu adam eder insanı"… İnceltir, ağusunu alır hayatın. Bir imbik gibi arıtır dağların eteğinde insanı; kendinden, kendi kirinden diyor.

Kardeşgediği istasyonu, gerçekten coğrafya olarak, rayların üzerinde yol aldığı uçsuz bucaksız Anadolu kırlarının bir bayırdan bir yokuşa sardığı enginde, yanıbaşında dikilen Torosların görkemli gölgesiyle kurduğu resim yetmezmiş gibi, adında sakladığı, adına yaslı bir anlatı dağarıyla da neredeyse çağdaş söylenlere konu olmuş bir "garip" demiryolu ve tarih yapısıdır.

Tam burada, Müşür Kaya Canpolat, "Dur! Bak…" diyor. Benim halk ağzına, yerel söz ve söyleyişlere, halk ağıtlarına-anlatılarına meraklı bir dostum vardı. Pis bir trafik kazasında yitirdiğimiz Necdet Saraç. Bir keresinde Konya-Ereğli dolaylarına gitmiş. Halktan kişilerin doğaçlama okudukları ağıt-türkü vb. banta almış. Benim ilgimi biliyor ya; bir ortak gezimizde arabasının kasetçalarında bana dinlettiydi kimilerini… Yüreğimi hoplatan o Ereğli türküsünün öyküsü şöyleydi:                                      

                                                               

Ereğli’den bir adamcağızın karısı zengin memleket diye bizim oraya (Adana) kaçmış. Adamın yüreği kor. Öyle söylüyor ki dinleyeni de ateşlere kor. O türkünün bir yerinde ne diyor, bak:

"Kardeşgediği’nden geçtin mi?.."

Desene ki, bu istasyon, Kardeşgediği "davalı" bir istasyon. Hukuk adamı ya; "şaibeli, bu istasyonlar şaibeli…" diyor. "Bir kısmı aşktan şaibeli, bir kısmı hasretten… Ama bu Kardeşgediği istasyonu, bu konuda gediklilerin en gediklisi… Ancak şiirle anlatılabilir o yüzden…" Bitmeden sözü daha, yine avurtlarını doldura doldura gülerek, halk türküsünden göveren o yakıcı sorunun çengeline asıyor dumanlı kahkahasını:

"Ulan! Sen Kardeşgediği’nden geçtin mi?.."

Şairin kendi geçmişinden taşıdığı anısal "yük"ü de (aynı sorunun rüzgarıyla) bize çevirerek takılması bir yana; bu yalın dizede dile gelen soru, bir yerlemi imlemek amaçlı gibi görünse de, temelde bambaşka bir içeriği giyinir. Çünkü, salt bir demiryolu kavşağı, herhangi bir buluşma noktası olarak geçilmekle kalınmaz o durak. Eşzamanlı olarak bir coğrafyadan bir coğrafyaya, bir dünyadan bir başka dünyaya; İç Anadolu’nun dumanlı kırlarından Çukurova’nın yangınlı-yalımlı dünyasına da geçilir o kapıdan. Ve bir kez geçilip de araya Torosların dev gölgesi girdi mi, artık kavuşmak bir masal olmuştur. O yüzdendir ki, türküdeki kadına, "geçmemiş olsa o eşiği" dileği ve korkusuyla sorulur. Geçtiyse o "gedik"ten, iş işten de geçmiş olacaktır çünkü. Tam da bu noktada, türküdeki "Kardeşgediği’nden geçtin mi?.." sorusu, lokomotifin ocağındakini aratmaz ateşlerden biçilme bir kaftanı giyinecektir…

 kd

Babam demiri kutsayan bir adamdı. Tanrı Dağlarından Toros dağlarına düşmüş bir ermişti babam. Sonra da demiryolunu ve treni kutsayacaktı. Babamın anılarıma ve hayatıma sinmiş bu davranışı, demiryolları yurtçapında yaygınlaşıp dal budak sardıkça, bende daha büyük bir anlamın içine yerleşti, diyor. Çocukluğumun öyküdeki makinistinin istasyondan istasyona değişen düşün-düşsel akışı, ağışı gibi, ben de çocukluktan yetişkinliğe; bir eski tarihsel fotoğrafı, bir yeni gelecek fotoğrafının hamuruna katıyordum böylece. "Demiryolculuğu insanımızın zifirine işledi." Ben de babam gibi, çağdaş üretim gereçleri içinde demir kadar insanileşen bir gereç düşünemiyorum. Dolayısıyla tren de, ayni insaniliğin ayracına ilk ağızda giren bir ulaşım aracı, uygarlık aracı olarak yaşamımızın hamuruna karıştı diyor. Cumhuriyetle gelen halkçılık öğretisi ve demiryolları siyaseti, uzak tarihten taşıyıp getirdiğimiz demiri kutsama ile örtüştü. Sözün burasında, şaire Atatürk’ün, daha kendisi dünyaya gelmeden bir yıl önce açılan Malatya İstasyonu‘nda yaptığı konuşmada söylediklerini anımsatıyorum. Demir, demirin kutsanması ve Cumhuriyetin demiryolları politikasına değinen, 14 Şubat 1931 tarihli o çarpıcı konuşmayı…

 kdSözü elimden alıyor, sazını kucağına alan Türkmen dervişinin dizlerine doğru gövdesini bir-iki kaykıltıp sazıla-sözün dengesini kuracağı bir konuşlanmayı ararkenki hali gibi, bir iki yekinmeden sonra gürlüyor gene:

Cumhuriyet demiryolculuğunun halkçılık politikası kapsamında yürürlüğe koyup gövdelendirdiği demiryollarını sevmekle, bu halk, diyor; Osmanlı’dan sonra ilk kez, devletin kendi için de varolabileceğini gördü. Sevdi Cumhuriyet yönetimini, onun adında (ve ardında) devleti diyor. Onun içindir ki halkçı devletin bu en somut hizmeti demiryolu, diyor. Memurlar içinde "memurlaşmayan" bir kesimdi demiryolu çalışanları. Ürettikleri hizmetle, rayla lokomotif gibi özdeşleşmiş insanlardı. Demiryolu çalışanları, bu özellikleriyle trenle Anadolu insanının kaynaşmasını daha da berkittiler. Tren ve trenci evlerimizin-ocaklarımızın bir parçası oldu.

Bu saptamaya bağlı olarak Şair, çok ilginç bir eğretileme üretiyor bu arada: "Demiryolu sevimliliğini yitirmedikçe, devlet de sevimliliğini yitirmezdi!" Nice zamandır, trenin bilinçten/bellekten ve yollardan iyice kalkmaya durduğu düşünülünce, bu saptama, üzerinde ciddi ciddi çalışılacak bir yurt ödevi olarak karşımızda duruyor. Bu arada bana, "Borçluyuz tümümüz trene; trene olan borcumuzu sen öde!.." diyor. Ailecek yaptığımız bu diyorum ben de…

Demiryolu sevimliliğini, bu arada serîliğini yitirdiği için diyorum; ne yazık ki ben de gidiş-dönüş bilet alarak geldiğimiz İstanbul’dan akşam otobüsle döneceğiz!.. "Ne yazık ki!" diyor ve ekliyor peşisıra:

Ne zaman ki, demiryolu aleyhine döndü bu devlet, işte o zaman "baba"lığını da sevimliliğini de, o gidip de dönmeyen katarların peşinde yitirdi… Evet, istasyondan istasyona kaçıp giden, öyküdeki o "başıboş lokomotif" gibi sürdüregittiğimiz başıboş demiryolu politikalarında çağdan çağa geçerken dünya, biz yarışı yitirdik diyoruz birlikte. Ama gelin görün ki, bir koca yüzyılın içinden kalkıp gelse de tren, ve trenin dumanlı yolculuğu; sizin de bizim de kuşağımızın yaşamına (anı kilerine) cumhuriyetle girdi-katıldı, diyorum.

Ama ne var ki, yine en azından iki kuşaktır, aynı tren, insanımızın belleğinde arkasıralara düşmüş durumdadır. Kardeşgediği’ne kardeş toprakların (Ulukışla-Güney Köyü) çocuğu, öğretmen yazar Fevzi Çimen‘i anımsıyorum: "Anılarından tren geçmeyen insana, tren aşkını da, elbet trende aşkı da anlatamazsınız…"

Üniversite’de öğrencilik yıllarımda ne aşkım varsa, trenin taşıyıp getirdiğiydi. (ve götürdüğü) diyor hemen. Nostaljik aşklar, memleket (Adana) aşkı (özlemi)… tren hayatlarımızın tam ortasından geçiyordu. Bu bir zorunluluktu, denilebilir, diyorum. Elbet, diyor; tren o zamanki yaşamımıza damgasını vurmuştu, kaçınılmaz; ancak, zorunluluk sıradanlığa kapı açmaz zorunlu olarak diyor. Şöyle sürdürüyor konuşmasını Fevzi Çimen’in kulaklarını çınlatarak: Ancak tren yolculuklarında insan aşkı uzatabilir, aşka uzanabilir ya da. Aşkı yoğunlaştırabilir, şiire dökebilir, şiirleştirebilir, diyor. Nitekim, delikanlı şairlik dönemimde sözünü ettiğim 14. İstasyon adlı şiir, böylesi bir yolculuğun ürünüdür. İstasyondan istasyona gelişen bir öyküde, ister istemez bir istasyona "mim" koymak kaçınılmazdı. 14. İstasyon o istasyondur. Yolun-yolculuğun akışı içinde hayatın kardeşidir o istasyon da diyorum; dahası tanığı artık. Sizin şu Kardeşgediği İstasyonu’nun omzuna biçtiğiniz kaftan da, belki de 14. İstasyon‘dan alınmadır! Basıyor kahkahayı yine… Kahkaha, konuşup-söyleşmenin; dilleşip-dertleşmenin kardeşi onda, hüznün öteki adı bir yandan… Söyleşisinden şiirine gidecek olan da, şiirinden kalkıp gelecek olan da, bu dağlı bilgenin hüzünle giyinik kahkahalarına çarpacaktır hep… Karlı bir vadiden siyah ve dumanlı bir çizgi gibi çekilerek, belleğin hep beyaz kalacak sayfalarına gömülen katarlar gibi…

Sarıkamış’ta askerlik yılları trenlerinin çam ağaçlarıyla sarılı kar altındaki tepelere konuşlanmış kışlalarda yatan erler-subaylar için ne anlama geldiğini anlatırken vurguluyor bunu. Makinist, diyor; inadına trenin burnu daha tepelerin eteğine girer girmez asılırdı düdüğe. "Hasret düdükleri" çınladıkça karlı kaplı ovada, bütün Sarıkamış dağların-koyakların içinden geçip giden o katara eklemlenirdi diyor. Bütün trenlerin sanki gizli bir anlaşmayla, Sarıkamış’ta dağlara yaslı kışlaların önünden geçerken çaldıkları düdükle de, yine, öyküdeki makinist örneği, insanımızın ve tarihimizin bir çağdan bir çağa akan acılı tarihini kendi öznel tarihimizle birleştirir; düşünür, içlenirdik… diyor.

Makinist, insanların yüreklerini hoplatmak için düdük koluna asıldığında, kuşkusuz, ateş ocağının karşısından ateşin içine bir yolculuğa yol açtığını biliyordu; ya… der demez Şair: yeniden, çocukluğunda Fransızca öğretmeninin okuduğu öyküdeki makinisti anımsıyoruz. Çocukluğun soluk istasyonlarındaki o trenin, şimdi Kardeşgediği istasyonu gibi uzaklığın sisli fotoğrafları arasından istim alıp, penceremizin önünden geçtiğini görüyoruz ikimiz de.

Konya düzlüğünün Toroslara kavuştuğu eşikte yer alan, az ilerisinde konuşlanmış bulunan ve Kayseri’den, Konya’dan, Adana’dan gelen hatların birleştiği tarihin yüküyle yorgun Ulukışla istasyonuyla birlikte şiirin kapılarını çalan Kardeşgediği’ne yıllar sonra bir selam daha İstanbul’dan.

İçinden tren geçen hayatlara, şiiri yaşamın hamuruna katık eden demiryolculara…

 

 

 

(*) İstanbul’da yaşayan değerli şair, Müşür Kaya Canpolat’la 15 yıl önce yaptığımız bu söyleşi, ilk kez burada, "Kent ve Demiryolu" sitesinde yayımlanmaktadır. Bunca gecikmiş bu söyleşiyi yayımlamamı sağlayan da, yine, sevgili Müşür Abi oldu. Eylül 2008’de yayımladığı ikinci şiir kitabını (Düşünce’den İçeri, Sone Yayınları) gönderdi bana. İstasyondan istasyona "başıboş lokomotif" gibi olmasak da, koşa-koştura unutup-ertelediğimiz bu söyleşiyi, yine şiirin rüzgarı anımsattı. "Düşünceden İçeri" bakarken Şairle birlikte, bu eski söyleşi de çıktı geldi unutulduğu istasyondan… Ankara, 23 Ocak 2009.

(**) Mersin – Adana arasında sefer yapan tren. Lokomotifin üzerindeki plakada Cydnus (Tarsus Çayı) yazılıdır. Adana-Mersin Karayolu Yapımının Ardından Demiryolunun da İşletmeye Açılması, Kent Gelişimine Yeni Bir Boyut Kazandırıyor. Açılış günü istasyonu dolduran ve trenin ne olduğunu ilk defa görecek olan halk, lokomotifin düdüğünü çalarak soluya soluya istasyona girmesiyle çil yavrusu gibi dağılıp kaçmıştı. Herkes korkudan lokomotif ve vagonlara yanaşmamış bu garip aracı uzaktan izlemekle yetinmişti. İlk günler trene kimseler binmemiş, vagonlar boş gidip gelmiş, işletme zarara uğramıştı. Tren şirketi halkı trene alıştırabilmek için, bir ay süreyle herkesi ücretsiz taşımıştı. Sonraları, düşük ücretlerle halk tren yolculuğuna alıştırıldı.1886 yılında işletmeye açılan Adana-Tarsus-Mersin demiryolu ile birlikte günümüzde halen gar binasının 50 m doğusunda bulunan küçük istasyondan Gümrük Meydanı‘na, ayrıca Mesudiye Mahallesi ile Soğuksu Caddesi’nde bulunan Bodosaki’ye ait fabrikalara dekovil hattı döşendi. Bu tarihte, başta Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya olmak üzere Mersin’de, 12 ülkenin konsolosluğu bulunmaktaydı. Böylesine çok sayıdaki yabancı temsilcilik, karayolu, demiryolu ve liman, kentin uluslararası ilişkilerinin de giderek yoğunlaştığını göstermektedir. Yine aynı yılda Türkiye’nin ilk ticaret odalarından biri Mersin’de kuruldu. Bu gelişmeler doğrultusunda kentin merkezi yönetim taksimatındaki durumu da giderek yükselmekteydi. Mersin, 1888 yılında sancak merkezi yapıldı. Tarsus, Adana Vilayeti’nden ayrılarak Mersin’in ilçesi oldu. Eh bu kadar variyeti olan bir kentin tramvayı da olmalıydı. Aynı yıl irade-i seniye ile kentte bir tramvay tesisi kurulup çalıştırılması kararlaştırıldı. (Bu proje, ancak 1912 yılında tamamlanarak hizmete sunulmuştur.) İnşaatına 1853 yılında aldığı yapı izniyle inşaatına başlanan Latin Kilise’si, çeşitli eklemelerle 1898 yılında tamamlandı. Kent yapılaşması daha sonra hızla gelişmiş; Mesudiye, Mahmudiye, Nusretiye, Kiremithane, Hamidiye ve İhsaniye gibi mahalleler ortaya çıkmıştır.

 http://www.mersin.bel.tr/mersin/ilceler/mersin1.html

 Ulukışla Fotoğrafı(http://tr.wikipedia.org/wiki/Uluk%C4%B1%C5%9Fla adresinden alıntıdır.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan