Kent Hakkı
David Harvey
İnsan hakları ülkülerinin hem siyasi hem etik olarak merkezî konuma taşındığı bir çağda yaşıyoruz. Daha iyi bir dünyanın kurulması için bu ülkülerin ağırlıklarının artırılmasında pek çok enerji harcanmaktadır. Ancak çoğu kez dolaşımdaki kavramlar özünde egemen liberal ve yeni-liberal pazar mantıklarını ya da hâkim yasallık ve devlet faaliyeti biçimlerini reddetmez. Sonuçta özel mülkiyet hakkı ve kâr oranının hakla ilgili öteki tüm düşünceleri gölgede bıraktığı bir dünyada yaşıyoruz. Ben burada başka tür bir insan hakkı olan kent hakkını incelemek istiyorum.
Son yüzyıldaki kentleşmenin hayret verici hızı ve ölçeği insanî mutluluğa katkıda bulundu mu? Kent toplumbilimcisi Robert Park’ın deyişiyle kent: insanın içinde yaşadığı dünyayı daha çok gönlüne göre yeniden yapmada en başarılı girişimidir. Ama eğer kent insanın yarattığı dünyaysa bundan böyle orada yaşamaya mahkûm olduğu dünyadır da. Böylece dolaylı yoldan ve görevinin doğasına dair hiçbir açık algısı olmadan kenti yaparak insan kendini yeniden yapmıştır. [1]
Ne tür bir kent istediğimiz sorusu ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve güzel duyu değerleri arzuladığımız sorusundan ayrılamaz. Kent hakkı kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır. Kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ilgisiz kalınmış insan haklarımızdan biri olduğunu ileri sürmek isterim.
Başlangıçlarından beri kentler bir artı-ürünün coğrafî ve toplumsal yoğunlaşmaları sayesinde yükselmiştir. Bu nedenle kentleşme her zaman için sınıfsal bir görüngü olagelmiştir çünkü artıklar bir yer ve kişiden sağlanırken onların harcanmalarının denetimi tipik olarak birkaç elde toplanır. Bu genel durum elbette kapitalizmde de sürer; ancak kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı ortaya çıkar. Sermayedarlar artı-değer üretebilmek için artı-ürün üretmek zorundadır; bu üretilen değer de sonrasında daha çok artı-değer meydana getirmek için yeniden yatırıma dönüştürülmelidir. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimin bileşik oranda genişlemesidir –sermaye birikimi tarihine eklemlenen lojistik eğriler (para, çıktı ve nüfus) bunun sonucudur.
Artı-sermaye üretimi ve emilimi için kârlı yerler bulmaya duyulan sürekli gereksinim kapitalizmin siyasetini biçimlendirir. Bu gereksinim aynı zamanda sermayedarın sürekli ve sorunsuz genişlemesine bir dizi engel çıkarır. Eğer işgücü kıt ve ücretler yüksekse, ya var olan işgücü disiplin altına alınmak zorundadır -teknolojik işsizlik ya da işçi sınıfının örgütlü gücüne saldırı başlıca iki yöntemdir- ya da göç, sermaye ihracı ve nüfusun o ana dek bağımsız kalmış unsurlarının proleterleştirilmesi gibi yollarla yeni işgücü bulunmalıdır. Ayrıca sermayedarlar genelde yeni üretim araçları, özelde de doğal kaynaklar keşfetmelidirler ki bu, gerekli hammaddeleri elde etmek ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan atığın emilimi için doğal çevre üzerinde artan miktarda baskı oluşturur. Hammadde çıkarılması için araziler açmaları gerekir -çoğu kez emperyalist ve yeni-sömürgeci çabaların ereği de budur.
Rekabetin zorlayıcı yasaları yeni teknoloji ve örgüt biçimlerinin sürekli uygulanmasını da zorlar çünkü bunlar aracılığıyla sermayedar daha düşük nitelikli yöntemleri kullananları yener. Yenilikler yeni istek ve gereksinimleri tanımlar, sermayenin devir süresini düşürür ve sermayedarın içinde genişletilmiş emek gücü arzı, ham maddeler, vb. araştırabileceği coğrafi alanı sınırlandıran uzaklık sürtünmesini azaltır. Eğer pazarın yeterli alım gücü yoksa o halde dış ticaret hacmini genişleterek, yeni ürünlerin ve yaşam biçimlerinin reklâmını yaparak, yeni kredi araçları yaratarak ve kamusal ile özel harcamalara borç para sağlayarak yeni pazarlar bulunmalıdır. Son olarak eğer kâr oranı çok düşükse o halde ‘yıkıcı rekabetin’, tekelleşmenin (birleşme ve satın almalar) ve sermaye ihraçlarının devlet tarafından düzenlenmesi çıkış yolunu sağlar.
Yukarıdaki engellerin herhangi biri aşılamadığı durumda sermayedarlar artı-ürünlerini kârlı bir şekilde yeniden yatırıma dönüştüremezler. Sermaye birikiminin önü tıkanır ve bu durum onları sermayelerinin değer yitirebileceği ve hatta kimi örneklerde fiziksel olarak ortadan silinebileceği bir krizle karşı karşıya bırakır. Artı-mallar değer yitirebilir ya da yok edilebilir, üretim kapasitesi ile varlıklarının nominal değeri indirilebilir ve bunlar kullanım dışı bırakılabilir; paranın kendisinin enflasyon aracılığıyla değeri azalabilir ve işgücününki de kitlesel işsizlik sayesinde azalabilir. O halde bu engelleri aşmak ve kârlı etkinlik alanını genişletmek gereksinimleri kapitalist kentleşmeyi ne şekilde yönlendirmiştir? Ben burada askeri harcamalar gibi görüngülerin yanı sıra kentleşmenin sermayedarların kâr arayışlarında aralıksız ürettikleri artı-ürünü emmede özellikle etkin bir rol oynadığını ileri sürüyorum.
Kent devrimleri
İlk olarak İkinci İmparatorluk Paris’inin durumunu düşünelim. 1848 yılı kullanılmayan artı-sermaye ve artı-işgücünün Avrupa çapındaki ilk açık krizlerinden birini beraberinde getirdi. Kriz özellikle Paris’i sert vurdu ve işsiz kalan işçiler ile Temmuz Monarşisi’nin açgözlülüğünün ve eşitsizliğinin panzehiri olarak toplumsal bir cumhuriyeti gören burjuva ütopyacılar tarafından gerçekleştirilen erken doğmuş bir devrimle sonuçlandı. Cumhuriyetçi burjuvazi devrimcileri şiddetle bastırdı ama krize çözüm getirmeyi başaramadı. Sonuç 1851’de darbe yapıp ertesi yıl kendisini İmparator ilan eden Louis-Napolyon Bonaparte’nin iktidara yükselmesiydi. Bonaparte siyasetini sürdürebilmek için, seçenek oluşturabilecek siyasi hareketlerin yaygın bir biçimde bastırılmasına başvurdu. Ekonomik durumla hem içeride hem de yurt dışında uygulanacak büyük bir altyapı yatırımı programı aracılığıyla ilgilendi. İkinci durumda bu Avrupa boyunca ve Doğu’ya doğru demiryolları yapımı ve Süveyş Kanalı gibi büyük işlere destek vermek iken, içeride ise demiryolu ağını sağlamlaştırmak, limanlar ve kanalizasyon inşa etmek anlamına geliyordu. Hepsinden öte, Paris’in kent altyapısının yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Bonaparte 1853’te kentin bayındırlık işlerinden sorumlu olmak üzere Georges-Eugéne Haussmann’ı görevlendirdi.
Haussmann görevinin artı-sermaye ve işsizlik sorunlarını kentleşme ile çözmek olduğunu açık olarak anlamıştı. Paris’i yeniden inşa etmek o zamanın standartlarına göre muazzam miktarda emek ve sermaye emiyordu ve Parisli işgücünün isteklerini bastırmakla da birleşince toplumsal istikrarın başlıca aracıydı. Haussmann Paris’i yeniden şekillendirmek için 1840’larda Fouriercilerin ve Saint-Simoncuların üzerinde tartıştığı hayalî planlardan ilham almıştı ama büyük bir farkla: o kent sürecinin tasarımlandığı ölçeği dönüştürdü. Mimar Jacques Ignace Hittorff yeni bir bulvar için planlarını Haussmann’a gösterdiğinde Haussmann bunları ona geri fırlatarak şöyle dedi: ‘yeterince geniş değil… sizinki 40 metre genişliğinde oysa ben 120 istiyorum.’ Haussmann, banliyöleri ekledi ve Les Halles gibi semtleri bütün olarak yeniden tasarladı. Bunu yapabilmek için yeni malî kurumlara ve borç araçlarına gereksinim duydu, bu amaçla Saint-Simon çizgisinde Crédit Mobilier ve Crédit Immobilier kuruldu. Sonuçta Haussmann artı-sermayeden kurtulma sorununu Keynesgil, borç-destekli bir kent altyapısı iyileştirme düzeni kurarak çözmeye yardımcı oldu.
Düzen bir on beş yıl kadar iyi işledi ve yalnız bir kent altyapısı dönüşümünü değil ama aynı zamanda yeni bir yaşam biçimi ve kent karakteri kurulmasını da içerdi. Paris ‘ışıklar kenti’, büyük tüketim, turizm ve keyif merkezi haline geldi; kahveler, büyük mağazalar, moda endüstrisi ve büyük sergilerin hepsi de kent yaşamını tüketimi özendirme sayesinde çok büyük artıkları emebilsin diye değiştirdi. Ama bunun ardından aşırı genişlemiş ve spekülatif malî düzen ve kredi yapıları 1868’de iflas etti. Haussmann işinden çıkarıldı; III. Napolyon umutsuzluk içinde Bismark Almanya’sına savaş açtı ve yenildi. Oluşan boşlukta kapitalist kent tarihindeki en büyük devrimci olaylardan biri olan Paris Komünü ortaya çıktı ki Komün, kısmen Haussmann’ın yok ettiği dünyaya duyulan özlem ve onun yaptığı işlerle yoksunlaşmış olanlar adına kenti geri alma isteğiyle şekillenmiştir.[2]
Şimdi hızla 1940’ların Birleşik Devletleri’ne gidelim. Savaş girişimi için olağanüstü seferberlik 1930’larda çok zorlu görünen artı-sermayeyi elden çıkarma sorununu ve onunla birlikte seyreden işsizliği geçici olarak çözdü. Ama herkes savaştan sonra olacaklardan endişeliydi. Siyasi olarak durum tehlikeliydi: 1930’larda sosyalist eğilimli güçlü toplumsal hareketler ortaya çıktığı sırada federal hükümet pratikte ulusallaştırılmış bir ekonomiyi yönetiyordu ve Komünist Sovyetler Birliği ile ittifak halindeydi. Louis Bonaparte devrindeki gibi zamanın yönetici sınıfları kuvvetli dozda bir siyasi baskı istiyordu; 40’ların başında çoktan bolca belirtileri olan sonraki McCarthycilik ve Soğuk Savaş siyaseti tarihi bütünüyle çok tanıdık. Ekonomik cephede artı-sermaye nasıl emilebilir sorusu ise olduğu gibi kalmıştı.
1942’de Haussmann’ın çabalarının uzun bir değerlendirmesi Architectural Forum‘da çıktı. Bu değerlendirme, Haussmann’ın yaptıklarını detaylı olarak belgeliyor, hatalarının bir çözümlemesini yapmaya yelteniyor, bir yandan da tüm zamanların en büyük kentçilik uzmanlarından biri olarak onun ününü telafi etmeye çabalıyordu. Makalenin yazarı, Haussmann’ın Paris’e yaptığını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra New York’a yapan Robert Moses’tan başkası değildi.[3] Yani, Moses kent süreci hakkında düşünmenin ölçeğini değiştirdi. Moses artı-sermaye emilimi sorununu çözmeye bir otoyollar ve altyapısal dönüşümler düzeni, banliyöleşme ve yalnız kentin değil tüm metropoliten bölgenin toptan yeniden yapılanması sayesinde yardım etti. Bunu yapmak için, kent büyümesini borçla desteklemek üzere krediyi serbest bırakan yeni malî kurumları ve vergi düzenlemelerini işletmeye başladı. ABD’nin tüm büyük metropoliten merkezlerini kapsayacak şekilde yurt çapında düşünüldüğünde –yine başka bir ölçek dönüşümü– bu süreç, ABD’nin ticari açık vererek komünist olmayan tüm küresel ekonomiyi güçlendirmeyi karşılayabildiği dönem olan 1945’ten sonra küresel kapitalizmi istikrara kavuşturmak için can alıcı bir rol oynadı.
Birleşik Devletlerin banliyöleşmesi yalnızca yeni altyapılar sorunu demek değildi. İkinci İmparatorluk Paris’indeki gibi yaşam biçimlerinde köklü bir dönüşümü gerektirdi, evden buzdolabına ve klimaya yeni ürünlerin yanı sıra garajda iki araba ile petrol tüketiminde aşırı bir artışı beraberinde getirdi. Banliyöleşme ayrıca, orta sınıfın desteklenen ev sahipliği topluluk eyleminin odağını malvarlığı değerini ve bireysel kimlikleri korumaya doğru kaydırıp banliyönün oyunu tutucu cumhuriyetçiliğe doğru çevirince, siyasi manzarayı da değiştirdi. İddiaya göre borçla yüklü ev sahiplerinin greve gitmesi daha az olası idi. Bu proje kent içlerini boşaltması ve başta Afrikalı-Amerikalılar olmak üzere yeni refaha erişimi yadsınanlar arasında kent huzursuzluğu yaratması pahasına başarıyla artığı emdi ve toplumsal istikrarı güvenceye aldı.
1960’ların sonunda başka bir tür kriz yayılmaya başladı; Haussmann gibi Moses da tahtından oldu ve çözümleri uygunsuz ve kabul edilemez görülmeye başlandı. Gelenekçiler Jane Jacobs etrafında toplandı ve Moses’in projelerinin kaba modernizmine yerelleşmiş semt estetiği ile karşı çıkmaya çabaladılar. Ama banliyöler kurulmuştu ve bunun işaret ettiği yaşam biçimindeki radikal değişimin birçok toplumsal sonucu oldu; örneğin feministlerin başlıca tüm hoşnutsuzluklarının yeri olarak banliyöyü ilan etmelerine yol açmak gibi. Haussmannlaştırmanın Paris Komünü dinamiklerinde bir yeri olduysa eğer, banliyö yaşamının ruhsuz nitelikleri de ABD’deki coşkulu 1968 olaylarında önemli bir rol oynadı. Hoşnutsuz beyaz orta sınıf öğrenciler bir başkaldırma evresine girdiler, yurttaşlık hakları isteyen kenara itilmiş gruplarla birlik aradılar ve –değişik türden bir kent deneyimi de içeren- başka bir dünya kurmak için bir hareket oluşturmak üzere Amerikan emperyalizmine karşı harekete geçtiler.
Paris’te Left Bank Expressway’i durdurma kampanyası ve Place d’Italie ile Tour Montparnasse gibi işgalci yüksek devlerce geleneksel semtlerin yıkımı 68 ayaklanmasının daha büyük dinamiklerini canlandırmaya yardım etti. Henri Lefebvre kentleşmenin, yalnız kapitalizmin yaşaması için merkezî önemde olduğunu ve bu nedenle de siyasi ve sınıf savaşımının önemli bir odağı olması gerektiğini değil ama aynı zamanda kent ve kır ayrımını adım adım ulusal topraklarda ve ötesinde bütünleştirilmiş alanlar yaratarak yok ettiğini önceden haber veren Kent Devrimi‘ni bu bağlamda yazdı.[4] Kent hakkı, kırsal alana tarımsal işten, ikinci eve ve köy turizmine dek uzanan görüngüler sayesinde artarak egemen olan tüm kent sürecine hükmetme hakkı anlamına gelmeliydi.
68 isyanı ile birlikte önceki yıllarda mülk patlamasını borç-desteği sayesinde güçlendirmiş olan kredi kuruluşlarında bir malî kriz baş gösterdi. Kriz 1960’ların sonunda hız kazandı ta ki 1973’te küresel mülk pazarı balonunun patlamasıyla başlayıp 1975’te New York kentinin malî çöküşü ile süren kapitalist düzenin iflasına dek. William Tabb’ın ileri sürdüğü gibi sonrakinin sonuçlarına verilen yanıt, sınıf iktidarını sürdürme ve kapitalizmin yaşamak için üretmek zorunda olduğu artıkları emme kapasitesini canlandırma sorunlarına yeni-liberal bir çözümün yapılandırılmasına etkili bir şekilde öncülük etti.[5]
Küreyi kuşatmak
Bir kez daha güncel konjonktürümüze dönelim. Uluslararası kapitalizm bölgesel kriz ve iflaslar roller-coaster‘ındadır -1997-98’de Doğu ve Güneydoğu Asya; 1998’de Rusya; 2001’de Arjantin, ancak yakın zamana dek artı-sermayeden kurtulmadaki kronik yeteneksizliği karşısında bile küresel bir iflastan kaçınabildi. Kentleşmenin bu durumu istikrara kavuşturmadaki rolü neydi? Birleşik Devletlerde konut sektörünün özellikle 1990’lar sonunun yüksek teknoloji iflasından sonra, aynı dönemin başlarında büyümenin etkin bir bileşeni olduğu halde, önemli bir istikrar unsuru olduğu kabul görmüş bir görüştür. Tarihsel olarak düşük faiz oranlarında savurgan bir tut-sat yeniden finansmanı dalgası ile destek olunmuş menkul değer fiyatlarının hızla değer kaybetmesi ABD iç pazarını tüketici eşyaları ve hizmetleri için desteklerken, emlâk piyasası epeyce bir artı-sermayeyi kent-merkezi, banliyö evleri ve ofis alanları yapımı sayesinde doğrudan emdi. ABD doymak bilmez tüketimciliğine ve Afganistan ile Irak’taki savaşlara yakıt sağlamak için günde 2 milyar pound civarında borçlanarak dünyanın geri kalanıyla büyük ticari açıklar verirken, Amerikan kentsel büyümesi küresel ekonomiyi kısmen sakinleştirdi.
Ancak kent süreci başka bir ölçek dönüşümüne uğradı. Kısaca küreselleşti. Birçok başka ülkenin yanı sıra İngiltere ve İspanya’da emlâk piyasası patlamaları Birleşik Devletlerde olan bitene geniş anlamda paralel yollarla kapitalist dinamiğin güçlenmesine yardım etti. Çin’in son yirmi yılki kentleşmesi altyapı geliştirmeye ağırlık vermesi ile ABD’ninkinden bile daha önemli değişik bir nitelik sergiledi. Çin’in hızı 1997’de kısa bir durgunluktan sonra, Çin 2000’den beri dünya çimento arzının neredeyse yarısını aldığı ölçüde epey arttı. Yüz kentten fazlası bu dönemde bir-milyon nüfus çizgisini geçti ve daha öncenin Shenzhen gibi küçük köyleri 6–10 milyon insanlı muazzam anakentler haline geldi. Baraj ve otoyollar içeren büyük altyapı projeleri –yine tümü borçla desteklenmiş– manzarayı dönüştürüyor. Küresel ekonomi ve artı-sermayenin emilimi için sonuçlar önemli oldu: Şili bakırın yüksek fiyatı sayesinde gelişiyor, Avustralya zenginleşiyor ve hatta Çin’in hammadde talebinin gücü nedeniyle Brezilya ile Arjantin kısmen iyileşti.
O halde Çin’deki kentleşme bugün küresel kapitalizmin temel denge unsuru mudur? Yanıt sınırlı bir evet olmak zorunda çünkü kısmen esnekliklerini dünyadaki kentsel gelişimi borçla desteklemeye harcayan malî piyasaların şaşırtıcı bütünleşmesi sayesinde artık gerçekten küresel hale gelen kentleşme sürecinde Çin yalnız merkez üssüdür. Örneğin Çin merkez bankası ABD’deki ikinci tut-sat piyasasında etkinken Goldman Sachs ağırlıklı olarak Mumbai’deki kabaran emlâk piyasasıyla ilişkilidir ve Hong Kong sermayesi de Baltimore’de yatırım yapmıştır. Yoksul bir göçmen selinin orta yerinde Johannesburg, Taipei, Moskova’da, yanı sıra kapitalist merkez ülkelerdeki kentlerde örneğin Londra ve Los Angeles’te yapılaşma arttı. Ortadoğu’da Dubai ve Abu Dabi gibi yerlerde, petrol zenginliğinden kaynaklanan artığı mümkün olan en göze çarpan, toplumsal olarak adil olmayan ve çevresel olarak savurgan yollardan silip süpüren, suç açısından saçma değilse de şaşırtıcı büyük-kentleşme projeleri ortaya çıktı.
Bu küresel ölçek olan bitenin prensipte Haussmann’ın Paris’te yönettiği dönüşümlere benzer olduğunu kavramayı zorlaştırıyor. Zira kendinden öncekilerin tümü gibi küresel kentleşme patlaması da sürdürülebilmesi için gerek duyulan krediyi düzenleyecek yeni malî kurumların ve düzenlemelerin yapılandırılmasına bağlıydı. 1980’lerde başlatılan malî yenilikler -dünya çapında yatırımcılara satılması için yerel tut-satları [mortgage] menkul kıymetleştirmek ve paketler halinde sunmak ile teminata dayalı borç senetleri tutmak için yeni araçlar kurmak- can alıcı bir rol oynadı. Bu yeniliklerin birçok yararı riski yaymayı ve artı-birikim havuzlarının artı-konut talebine erişimine izin vermeyi de içeriyordu; ayrıca yenilikler bu harikaları işleyen malî aracılar için engin servetler üretirken toplam faiz oranlarını da aşağı çektiler. Ama riski yaymak onu yok etmez. Ek olarak, riskin bunca geniş dağıtılabilmesi sorumluluk başka yere aktarılabileceği için daha da riskli yerel davranışları cesaretlendirir. Yeterli risk-değerlendirme denetimleri olmadan bu finansallaşma dalgası şimdi "sub-prime" tut-sata ve evin varlık-değeri krizine dönüştü. Düşüş ilk anda ABD kentleri ve çevrelerinde yoğunlaşmıştı ve özellikle düşük-gelirli, kent-içi Afrikalı-Amerikalılar ile yalnız kadınların başında olduğu hane halkları için ciddi etkiler doğurdu. Düşüş ayrıca kent merkezlerinde özellikle Güney Batı’da fırlayan ev fiyatlarını karşılayamayanları da etkiledi; onları metropolün yarı-kenar kesimlerine gitmeye zorladı; bu kişiler buralarda spekülatif olarak yapılan site tarzı evleri [tract housing] başlangıçta kolay değerlere satın aldılar ama bu kez benzin fiyatları yükselince yükselen ulaşım giderleri ve piyasa değerlerinin gerçekleşmesiyle tırmanan tut-sat ödemeleri ile karşı karşıya kaldılar.
Kent yaşamı ve altyapısı üzerindeki döngüsel yerel tepkileriyle bugünkü kriz aynı zamanda küresel malî düzenin tüm yapısını tehdit ediyor ve büyük bir durgunluğun kasıp kavurması durumunu tetikleyebilir. Neredeyse kesin olarak, çok uzak olmayan bir gelecekte stagflâsyon değilse de güçlü, denetlenemez enflasyon akımları yaratacak olan Merkez Bankasının 2007-08’deki anında kolay-para tepkisini de içeren 1970’lerle olan benzerlikler ise tekinsizdir. Nasıl olursa olsun şu an durum çok daha karışık ve Çin’in Birleşik Devletlerdeki ciddi bir çöküşü karşılayıp karşılayamayacağı ucu açık bir soru; Çin Halk Cumhuriyeti’nde (ÇHC) bile kentleşme hızı yavaşlıyor gibi görünüyor. Malî düzen de daha önce hiç olmadığı kadar sımsıkı kenetlenmiştir.[6] Bilgisayar-destekli anlık ticaret piyasada her zaman için büyük bir ayrılma yaratmakla tehdit ediyor -hisse değiş tokuşunda şimdiden inanılmaz gelgeçlikler üretiyor-; bu ayrılma şiddetli bir krizi hızlandıracak ve böylece, malî sermaye ve para piyasasının nasıl işlediğinin, kentleşmeyle olan ilişkilerini de içerecek şekilde yeniden bütünsel bir gözden geçirilmesini gerektirecektir.
Mülk ve uzlaştırma
Önceki tüm aşamalardaki gibi kent sürecinin bu en son köklü genişlemesi de inanılmaz yaşam biçimi dönüşümlerini beraberinde getirdi. Kent yaşamının kalitesi kentin kendisi gibi, tüketimcilik, turizm, kültürel ve bilgi-temelli endüstrilerin kent ekonomi-politiğinin büyük çehreleri haline geldiği bir dünyada bir mal haline geldi. Hem tüketici alışkanlıklarında hem de kültürel biçimlerde pazar nişleri oluşturmayı cesaretlendirmeye duyulan post-modern tutku çağdaş kent deneyimini, paranız olduğu sürece, bir seçenek özgürlüğü havasıyla çevreliyor. Alışveriş merkezleri ve çok katlılar fast-food ve zanaatçı pazaryerleri gibi hızla çoğalıyor. Şimdi elimizde olan kent toplumbilimcisi Sharon Zukin’in ortaya koyduğu gibi, "kapuçino ile uzlaştırmadır". Birçok alanda egemenliğini sürdüren tutarsız, donuk ve sıkıcı banliyö arazi gelişmesi bile şimdi kendi panzehirini, kent rüyasını doyurmak için topluluk ve butik yaşam tarzlarının satış çığırtkanlığını yapan "yeni kentçilik" hareketinden sağlıyor. Bu, içinde, yoğun sahiplenici bireyciliğin yeni-liberal etiğinin ve bunun akrabası olan toplu eylem biçimlerinden siyasi vazgeçişin insan toplumsallaşması için şablon haline geldiği bir dünyadır. [7] Mülk değerlerinin korunması öyle olağanüstü bir siyasi çıkara dönüşüyor ki Mike Davis’in işaret ettiği gibi Kaliforniya eyaletindeki ev sahipleri dernekleri parçalanmış mahalle faşizmlerinin değilse de siyasi tepkinin kaleleri haline geliyor. [8]
Gittikçe daha bölünmüş ve çatışmaya eğilimli kent bölgelerinde yaşıyoruz. Son otuz yılda yeni-liberal değişim sınıf iktidarını zengin seçkinlere geri verdi. O zamandan beri Meksika’da on dört milyarder ortaya çıktı ve 2006’da bu ülke, yoksulların gelirleri durağanlaşır ya da azalırken yeryüzünün en zengin adamı Carlos Slim’le övünmekteydi. Sonuçlar, gittikçe istihkâmlaştırılmış bölümlerden, kapalı cemaatlerden (gated communities) ve sürekli gözetim altında tutulan özelleştirilmiş kamusal alanlardan oluşan kentlerimizin uzamsal biçimlerinde silinmez bir şekilde yer etti. Gelişen dünya özelinde kent birçok ‘mikro-devletin’ gözle görülür şekilde oluşması ile değişik, ayrılmış parçalara bölünüyor. Seçkin okullar, golf kursları, tenis kursları ve 24 saat bölgeyi gezen özel güvenlikçiler gibi her türlü hizmetin sağlandığı zengin mahallelerle, suyun yalnız halka açık çeşmelerden edinilebildiği, bir temizlik düzeninin var olmadığı, elektriğin bir avuç ayrıcalıklı tarafından kaçak kullanıldığı, her yağmurda yolların çamur ırmakları haline geldiği ve ev paylaşımının norm olduğu yasadışı yerleşimler iç içe geçiyor. Her bölüm hayatta kalmanın günlük savaşımında eline geçirdiklerine sıkıca tutunarak özerk olarak yaşar ve işler görünüyor. [9]
Bu koşullar altında kentli kimliği ülküleri, yayılan yeni-liberal etik hastalığının çoktan tehdit ettiği yurttaştık ve aidiyeti sürdürmek hayli zorlaşıyor. Suç eylemleri aracılığıyla özelleştirilmiş yeniden dağıtım her köşede bireyin güvenliğini tehdit ediyor ve polis baskısına popüler talebi teşvik ediyor. Kentin, toplu grup siyaseti yani içinde ve ondan, ilerici toplumsal hareketlerin doğabileceği bir alan olarak iş görebileceği düşüncesi bile inanılması güç görünüyor. Bununla birlikte soyutlanmayı aşmayı ve finans, şirket sermayesi ve gittikçe daha çok girişimci düşüncedeki yerel yönetim aygıtları tarafından desteklenen planlamacıların ortaya koyduklarından ayrı bir görünümle kenti yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan kentsel toplumsal hareketler de var.
Mülksüzleştirmeler
Kentsel dönüşüm sayesinde, artık emilimi, daha da karanlık bir yüze sahiptir; bu süreçten en başta acı çekenler yoksullar, ayrıcalıksızlar ve siyasi iktidardan dışlananlar olduğundan hemen her zaman sınıfsal bir boyutu olan ‘yaratıcı yıkım’ yüzünden nükseden kentsel yeniden yapılandırma nöbetlerine yol açtı. Eskinin enkazı üzerine yeni kentsel dünyayı yapmak için şiddet gerekir. Haussmann kentsel gelişme ve yenileme adına kamulaştırma güçlerini kullanarak eski Paris varoşlarını sildi süpürdü; bile bile işçi sınıfının çoğunun ve diğer asi unsurların toplumsal düzen ve siyasi iktidarına tehdit oluşturdukları kent merkezinden uzaklaştırılmasını düzenledi. Haussmann devrimci hareketlere kolaylıkla diz çöktürülmesini sağlama almak için yeterli düzeyde gözetim ve askeri denetimin elde edilebileceğine -1871’de sonradan ortaya çıktığı gibi, yanlışlıkla- inanılan bir kent biçimi yarattı. Bununla beraber 1872’de Engels’in dikkat çektiği gibi:
Gerçekte, burjuvazi barınma sorununu kendi usulüne göre yalnız bir çözme yöntemine sahiptir –yani onu öyle bir şekilde çözer ki çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretir. Bu yönteme ‘Haussmann’ denir… Nedenler ne denli değişik olursa olsun sonuç hep aynıdır; rezil geçitler ve şeritler bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin savurgan kendini beğenmişliğinin eşliğinde yok olur ancak hemen başka bir yerde yine ortaya çıkarlar… Onları ilk anda üreten aynı ekonomik gereklilik onları bir sonraki yerde de üretir. [10]
Dışlanmış göçmenleri, işsiz işçi kesimini ve gençliği kapana kıstıran soyutlanmış banliyölerdeki son yılların ayaklanma ve kargaşalarında görülen sonuçlarıyla Paris merkezînin burjuvalaştırılmasının tamamlanması yüz yıldan çok sürdü. Buradaki üzücü nokta ise elbette Engels’in tanımladığı şeyin tarih boyunca kendini yinelemesidir. Robert Moses kendi kötü ünlü sözleriyle "Bronx’a bir balta getirdi"*, böylece çevre grupları ve hareketlerinin uzun, yüksek sesli yasına neden oldu. Paris ve New York’un durumunda devlet kamulaştırmalarının gücü bir kez başarıyla direnç gösterilip frenlenince belediye malî disiplini, emlâk spekülasyonu ve ‘en yüksek ve iyi kullanımı’ için olan getiri oranına göre toprak kullanımının düzenlenmesi sayesinde daha sinsi ve kanser gibi bir ilerleme yolu tutuldu. Engels bu düzeni çok iyi anlamıştı: Büyük modern kentlerin büyümesi özellikle merkezî olarak konumlanmış belirli alanlardaki toprağa yapay ve dev gibi artan bir değer kazandırmaktadır; bu bölgelerde dikilen binalar değeri yükselteceklerine düşürürler çünkü artık değişen koşullara ait değillerdir. Yıkılırlar ve yerleri başkalarıyla doldurulur. Bu her şeyden çok merkezde yer alan ve kiraları en yüksek yoğunlaşmada bile belirli bir üst sınırın ötesinde ya asla artmayan ya da ancak çok yavaşlıkla artan işçi evleri için geçerlidir. Onlar yıkılır ve yerlerinde dükkânlar, depolar ve kamu binaları yükseltilir. [11]
Bu tanım 1872’de yazıldığı halde Asya’nın birçok yerindeki –Delhi, Seul, Mumbai- çağdaş kent gelişmesine ve de New York’taki nezihleştirmeye (gentrification) doğrudan uygulanabilir. Kapitalizmdeki kentleşmenin özünde bir yerinden etme süreci ve benim ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ dediğim şey yatar. [12] Bu kenti yeniden geliştirme sayesinde sermaye emiliminin bir yansısıdır ve orada belki yıllarca yaşamış olan düşük-gelirli nüfustan değerli toprağı ele geçirmek üzerine sayısız çekişmeye yol açıyor.
1990’lardaki Seul’un durumunu düşünelim: inşaat şirketleri ve planlamacılar kentin yamaçlarındaki semtleri işgal etmek için sumo güreşçileri tipinde kiralık katil ekipler tuttular. Yalnız evleri değil, aynı zamanda zaman içinde değerlileşen topraklarda 1950’lerde kendi evlerini yapanların tüm varlıklarını da yıktılar. Yapılmalarını sağlayan vahşiliğin izini göstermeyen yüksek katlı kuleler şimdi o yamaçların çoğunu kaplıyor. Bu arada Mumbai’de resmi olarak varoş sakinleri olarak düşünülen 6 milyon insan toprakta yasal bir ismi olmadan yerleşik durumdalar; kentin tüm haritaları bu yerleri boş bırakıyor. Mumbai’yi Şangay’a rakip küresel bir finans merkezine çevirme çabasıyla emlâk-geliştirmedeki canlanma hız kazandı ve gecekonduların işgal ettiği toprak gittikçe daha değerli görünüyor. Mumbai’deki en göze çarpan varoşlardan biri olan Dharavi’nin değerinin 2 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Arazi gaspını maskeleyen çevresel ve toplumsal gerekçeler göstererek onu temizleme baskısı her gün artıyor. Devletin desteklediği malî güçler bazı durumlarda tüm bir nesil boyunca oturulmuş yerlere şiddetle sahip olarak zora dayanan varoş temizliği için bastırıyor. Toprak neredeyse hiç maliyetsiz alındığından emlâk hareketliliği sayesinde sermaye birikimi canlanıyor.
Yerinden edilen insanlar tazminat alacaklar mı? Şanslı olanlar bir parça alır. Ancak her ne kadar Hint Anayasası devletin kast ya da sınıfa bakmaksızın tüm nüfusun yaşamını ve mutluluğunu koruma ve konut ve barınma haklarını güvenceye alma zorunluluğu olduğunu belirtse de yüksek mahkeme bu anayasal gerekliliği düzelten kararlar çıkardı. Varoşlarda yaşayanlar yasadışı oturanlar oldukları ve birçoğu uzun-dönemli ikametlerini kesin olarak kanıtlayamadıkları için tazminat hakları yok. Yüksek mahkeme bu hakkı tanımanın yankesicileri eylemleri için ödüllendirmekle eşit olacağını söylemektedir. Dolayısıyla gecekondular ya direnip savaşır ya da az eşyalarıyla otoyol kenarlarına ya da küçük bir boşluk bulabildikleri herhangi bir yere kamp kurmaya giderler. [13] Yerinden edilme örneklerine ABD’de de rastlanabilir ama bunlar daha az vahşi ve daha çok yasalcı olma eğilimindedir: hükümetin kamulaştırma yetkisi makul konutlardaki yerleşmiş sakinleri kondominyum ve alışveriş merkezi [box store] gibi daha yüksek kademeli arazi kullanımları lehine yerlerinden etmek üzere kötüye kullanıldı. Buna ABD yüksek mahkemesinde karşı gelinince yargıçlar yerel hükümetlerin emlâk vergisi tabanını artırmak için bu şekilde davranmalarının anayasaya uygun olduğuna karar verdiler. [14]
Çin’de milyonlar –yalnız Pekin’de üç milyon- uzun süredir oturdukları yerlerinden ediliyorlar. Özel mülkiyet haklarından yoksun olduklarından devlet onları basit bir emirle, araziyi büyük bir kâr karşılığında planlamacılara aktarmadan önce onlara gidişlerinde yardımcı olmak için küçük bir nakit ödemesi sunarak yerlerini değiştirebilir. Bazı durumlarda insanlar isteyerek taşınırlar ama Komünist Parti’nin alışılmış yanıtının vahşi bastırma olduğu yaygın direniş haberleri de var. ÇHC’de yerinden edilenler genellikle kırsal uçlardaki nüfustur ki bu da Lefebvre’nin 1960’larda ileri görüşlülükle ortaya koyduğu, kentli ve kırsal arasında bir zamanlar var olan net ayrımın başkent ve devletin egemen buyruğu altındaki bir dizi eşitsiz coğrafî gelişmenin geçirgen mekânına dönüştüğü iddiasının önemini göstermektedir. Bu, merkezî ve eyalet yönetimlerinin şimdi –arazinin çoğu kentleşme için tayin edildiyse de görünürde sanayinin gelişimi için- Özel Ekonomik Bölge’lerin kurulmasını destekledikleri Hindistan’da da böyledir. Bu politika en büyükleri devletin Marksist hükümetince yönetilmiş Batı Bengal Nandigram’da 2007 Mart’ında gerçekleşen katliam olan tarımsal üreticilere karşı meydan savaşlarına yol açtı. Endonezyalı dev Salim Grubu’na saha açmak niyetiyle yönetimdeki CPI(M) protestocu köylüleri dağıtmak için silahlı polisler yolladı; en az 14’ü vuruldu ve onlarcası yaralandı. Bu olayda özel mülkiyet hakları hiçbir koruma sağlamadı.
Gecekondu nüfusuna mülklerini geride bırakmalarına imkân veren varlıklar sağlayacak özel-mülkiyet hakları verme şeklindeki görünürde ileri öneriye ne demeli? [15] Böyle bir tasarı şimdi örneğin Rio’nun favelaları için tartışılıyor. Sorun şu ki gelir güvensizliği ve sık malî güçlüklerle kuşatılmış yoksullar varlıklarını göreli düşük bir nakit ödemesi ile takas etmeye kolaylıkla ikna edilebilirler. Zenginler tipik olarak değerli varlıklarından herhangi bir fiyata vazgeçmeyi reddederler, bu nedenledir ki Moses baltasını varlıklı Park Avenue’ye değil ama düşük gelirli Bronx’a götürebildi. Margaret Thatcher’in İngiltere’de sosyal konut edindirmeyi özelleştirmesinin kalıcı etkisi Londra anakentinde düşük-gelirli ve hatta orta-sınıf insanların kent merkezine yakın herhangi bir yerde konaklamaya erişimini engelleyen bir kira ve fiyat yapısı yaratmak oldu. Bahse girerim ki on beş yıl içinde eğer şimdiki eğilimler sürerse Rio’da şu an favelaların işgalindeki yamaçların hepsi pastoral koyun müthiş manzarasına sahip yüksek-katlı kondominyumlarla kaplanacak, bu sırada bir zamanların favela sakinleri bazı uç çevre bölgelere sürülmüş olacak.
Talepleri formülleştirmek
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki kentleşme artı-sermayenin emiliminde gitgide büyüyen coğrafî ölçeklerde ama kitleleri kente dair her türlü haktan yoksun bırakan yaratıcı yıkım süreçlerini filizlendirme pahasına can alıcı bir rol oynadı. Yapılaşma mekânı olarak gezegen ile ‘varoşlar gezegeni’ çarpışır. [16] Bu dönemsel olarak 1871 Paris’i ya da 1968’de Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra ABD’de olduğu gibi ayaklanma ile sonlanır. Eğer olası göründüğü üzere malî güçlükler artar ve bugüne dek başarılı olan kentleşme sayesinde kapitalist sermaye-emiliminin yeni-liberal, post-modernist ve tüketimci aşaması son bulur ve daha genel bir kriz doğurursa, o durumda şu soru ortaya çıkar: bizim 68’imiz ya da daha dramatik söylersek, bizim Komün yorumumuz nerede? Malî düzende olduğu gibi yanıt çok daha karmaşık olmak zorundadır çünkü kentsel sürecin ufku artık küreseldir. İsyan işaretleri her yerde: Çin ve Hindistan’daki huzursuzluk kroniktir, Afrika’da iç savaşlar hiddetleniyor, Güney Amerika karışıklık içindedir. Bu ayaklanmalardan herhangi biri bulaşıcı hale gelebilir. Ancak malî düzenin aksine dünyada çokça olan kentli ya da yarı-kentli toplumsal muhalefet hareketleri sıkıca bağlı değil; aslında çoğunun birbiriyle hiç bağlantısı yok. Ola ki bir şekilde bir araya geldiler, ne talep etmeliler?
Son soruya yanıt ilkesel olarak yeterince basittir: artı-üretim ve kullanımı üzerinde daha büyük demokratik denetim. Kentsel süreç artık kullanımının önemli bir yolu olduğundan onun kentsel yayılması üstünde demokratik yönetim kurmak kent hakkını oluşturur. Kapitalist tarih boyunca artı-değerin bazısı vergilendirildi ve sosyal-demokrat aşamalarda devletin kullanımındaki miktar dikkate değer şekilde yükseldi. Son otuz yılın yeni-liberal projesi bu denetimi özelleştirmeye doğru yönlendi. Oysa tüm OECD ülkeleri için olan veriler devletin bütün üretimdeki payının 1970’lerden beri kabaca sabit olduğunu göstermektedir. [17] Yeni-liberal saldırının ana kazanımı o halde kamu payının 1960’larda olduğu gibi genişlemesini engellemek oldu. Yeni-liberalizm ayrıca devlet ve şirket çıkarlarını birleştiren yeni yönetişim düzenleri yarattı ve parasal güç kullanarak devlet aygıtı yoluyla artık harcamasının kent sürecini biçimlendirmede şirket sermayesi ile üst sınıfları kayırmasını sağlama aldı. Devletin tuttuğu artık miktarını yükseltmek yalnız, devlet kendisi de demokratik denetim altına getirilirse olumlu bir etkiye sahip olacaktır.
Giderek kent hakkının özel ya da yarı-özel çıkarların hizmetine geçtiğini görüyoruz. New York’ta örneğin, milyarder belediye başkanı Michael Bloomberg kenti planlamacılar, Wall Street ve ulus ötesi kapitalist sınıf unsurları lehine yeniden biçimlendiriyor, yüksek değerli işler için en uygun yer ve turistler için de harika bir varış noktası olarak pazarlıyor. Sonuçta Manhattan’ı varlıklılar için büyük bir kapalı cemaat (gated community) haline dönüştürüyor. Meksiko’da Carlos Slim kent merkezindeki sokakları turistlerin göz zevkine uysun diye yeniden Arnavut kaldırımı yaptırdı. Doğrudan güç uygulayan yalnız varlıklı bireyler de değil. Kentsel yeniden yatırım kaynakları bakımından meteliksiz New Haven kentinde kent dokusunun büyük bölümünü kendi gereksinimlerine uyması için yeniden tasarlayan dünyanın en paralı üniversitelerinden biri olan Yale’in ta kendisidir. Her iki durumda da mahallî direnişi harekete geçirecek şekilde John Hopkins aynısını Doğu Baltimore için yaparken, Columbia Üniversitesi de New York bölgeleri için yapmayı planlıyor. Şimdi tasarlandığı biçimiyle kent hakkı çok dar kalıplıdır ve çoğu durumda kentleri gitgide daha çok kendi arzularına göre biçimlendirecek konumdaki küçük bir politik ve ekonomik seçkin grubuyla sınırlandırılmıştır.
Her Ocak’ta New York Resmi Denetim Bürosu önceki on iki ay için toplam Wall Street bonuslarının bir tahminini yayımlar. Malî piyasalar için her bakımdan korkunç bir yıl olan 2007’de bunların toplamı bir önceki yıldan yalnız yüzde 2 daha az olarak 33,2 milyar dolardı. 2007 yazı ortasında ABD ve Avrupa Merkez Bankaları malî düzene sürekliliğini sağlama almak için milyarlarca dolar değerinde kısa-dönemli borç yağdırdılar ve ondan sonra da ABD Merkez Bankası Dow hızla düşme tehdidi gösterdiği her durumda ya faiz oranlarını çarpıcı bir biçimde indirdi ya da içeri büyük miktarda nakit pompaladı. Bu sırada iki milyon kadar insan ipotekli hacizle evsiz bırakıldı ya da şu an bırakılmak üzereler. ABD’deki birçok kent mahallesi ve hatta tüm yarı-kentli toplulukların kapısına kilit vuruldu ve yakıp yıkıldı, malî kurumların yırtıcı borç verme uygulamalarıyla haşat edildi. Bu nüfusun bonus alacağı yok. Aslında ipotekli haciz borç affı anlamına geldiğinden, bu da Birleşik Devletlerde gelir olarak dikkate alındığından tahliye edilenlerin birçoğu asla sahip olmadıkları para için ağır bir gelir vergisi ile karşı karşıyalar. Bu eşitsizlik kitlesel bir sınıf yüzleşmesi biçiminden az kalır bir şey olarak yorumlanamaz. Kent-içi birçok bölgede potansiyel olarak yüksek-değerli arazilerdeki düşük-gelirli mahalleleri, kamulaştırma yetkisinden çok daha etkili ve hızlı bir şekilde silmekle (planlamacılar açısından) uygun olarak tehdit eden bir ‘Malî Katrina’ yayılıyor.
Bununla beraber yirmi birinci yüzyıldaki bu gelişmelere tutarlı bir karşı koymayı görmemize hâlâ var. Elbette şimdiden kent sorununa odaklanan, Hindistan’dan Brezilya’ya, oradan Çin’e, İspanya’ya, Arjantin’e ve Birleşik Devletlere değin, pek çok değişik toplumsal hareket var. 2001’de toplumsal hareketlerin baskısından sonra Brezilya Anayasası’na toplu kent hakkını tanıyan bir Kent Yasası eklendi. [18] ABD’de malî kurumlar için olan 700 milyar dolarlık yardım paketinin büyük bir kısmının ipotekli hacizleri engellemeye yardım edecek ve mahallî güçlendirme ile belediye düzeyinde altyapısal yenileme çabalarını destekleyecek bir Yeniden Yapılandırma Bankası’na yönlendirilmesi için çağrılar oldu. O durumda milyonları etkileyen kentsel krize büyük yatırımcı ve sermayedarların gereksinimlerine karşı öncelik tanınırdı. Ne yazık ki toplumsal hareketler ya yeterince güçlü değil ya da bu çözümü zorlamak için yeterince seferber olmuş değil. Ne de bu hareketler artı-üretimin koşulları bir yana onun kullanımı üzerinde daha çok denetim elde etmek tekil amacı üzerinde henüz uzlaşmış değil.
Tarihin bu noktasında bu ağırlıklı olarak malî sermayeye karşı verilen küresel bir savaşım olmalıdır çünkü kentleşme süreçleri artık bu ölçekte işliyor. Kesinlikle böyle bir yüzleşmeyi düzenleme politik görevi yıldırıcı değilse bile zordur. Bununla birlikte fırsatlar çoktur çünkü bu kısa geçmişin gösterdiği gibi kentleşme çevresinde hem yerel hem de küresel krizler aralıksız patlak verir ve artık anakent, en az iyi durumdakilerin mülksüzleştirilmesi aracılığıyla birikim ile varsıllar için mekânı sömürgeleştirmeyi amaçlayan gelişimsel dürtü üzerinden şiddetli çarpışma –sınıf savaşımı demeye cesaret edelim mi?- noktasıdır.
Bu savaşımları birleştirmeye doğru bir adım temel slogan ve siyasi erek olarak kent hakkını benimsemektir çünkü o tam olarak kentleşme ve artı-üretim ile kullanımı arasındaki gerekli bağlantıya kimin hâkim olduğu sorusuna odaklanır. Eğer tahliye edilenler kendilerinden uzun zamandır esirgenen denetimi geri alıp yeni kentleşme biçimlerini kurumlaştıracaklarsa bu hakkın demokratikleştirilmesi ve onun isteğini yerine getirecek geniş bir toplumsal hareketin yapılandırılması zorunludur. Lefebvre devrimin ya en geniş anlamda kentli ya da hiçbir şey olması gerektiği konusundaki ısrarında haklıydı.
dipnotlar:
* Robert Moses, 1970 tarihli anılarında şöyle diyordu: "İnşaatlarla aşırı dolmuş bir şehirde iş görecekseniz yolunuzu baltayla açmak zorundasınız." (http://leblog.exuberance.com/2007/04/he_wasnt_god_he.html)
[1] Robert Park, On Social Control and Collective Behavior, Şikago 1967, s. 3.
[2] Daha doyurucu bir açıklama için bkz. David Harvey, Paris, Capital of Modernity, New York 2003.
[3] Robert Moses, ‘What Happened to Haussmann?’, Architectural Forum, Cilt 77 (Temmuz 1942), s. 57–66.
[4] Henri Lefebvre, The Urban Revolution, Minneapolis 2003 ve Writings on Cities, Oxford 1996.
[5] William Tabb, The Long Default: New York City and the Urban Fiscal Crisis, New York 1982.
[6] Richard Bookstaber, A Demon of Our Own Design: Markets, Hedge Funds and the Perils of Financial Innovation, Hoboken, NJ 2007.
[7] Hilde Nafstad vd., ‘Ideology and Power: The Influence of Current Neoliberalism in Society’, Journal of Community and Applied Social Psychology, Cilt 17, Sayı 4 (Temmuz 2007), s. 313–27.
[8] Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, Londra ve New York 1990.
[9] Marcello Balbo, ‘Urban Planning and the Fragmented City of Developing Countries’, Third World Planning Review, Cilt 15, Sayı 1 (1993), s. 23–35.
[10] Friedrich Engels, The Housing Question, New York 1935, s. 74–7.
[11] Engels, The Housing Question, s. 23.
[12] Harvey, The New Imperialism, Oxford 2003, 4. Bölüm.
[13] Usha Ramanathan, ‘Illegality and the Urban Poor’, Economic and Political Weekly, 22 Temmuz 2006; Rakesh Shukla, ‘Rights of the Poor: An Overview of Supreme Court’, Economic and Political Weekly, 2 Eylül 2006.
[14] Kelo v. New London, CT, 23 Haziran 2005’te 545 US 469 (2005) davasında karar verdi.
[15] Bu düşüncenin büyük bir kısmı şu çalışmayı izler: Hernando de Soto, The Mystery of Capital: Why Capitalism Triumphs in the West and Fails Everywhere Else, New York 2000; ayrıca şu eleştirel incelemeye bakınız: Timothy Mitchell, ‘The Work of Economics: How a Discipline Makes its World’, Archives Européennes de Sociologie, Cilt 46, Sayı 2 (Ağustos 2005), s. 297–320.
[16] Mike Davis, Planet of Slums, Londra ve New York 2006.
[17] OECD Factbook 2008: Economic, Environmental and Social Statistics, Paris 2008, s. 225.
[18] Edésio Fernandes, ‘Constructing the "Right to the City" in Brazil’, Social and Legal Studies, Cilt 16, Sayı 2 (Temmuz 2007), s. 201–19. İspanyolcası da var.
Aynı yazarın: Reinventing Geography.
Harvey, D. (2008). "The Right to the City," New Left Review 53, Eylül-Ekim, s. 23–40.
[New Left Review’daki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: www.sendika.org