Bir garın Tarihinde Yolculuk
(*)Kim derdi ki; pek çok uzmanın gerçek anlamda ilk Türk tiyatrocusu kabul ettiği ünlü Ahmet Fehim Efendi, günün birinde Balık Pazarı’ndaki Kocamanoğlu Tiyatrosu’nda temsiller vermek üzere, İstanbul’dan Ankara’ya gelecek ve yalnızca Geyve’ye kadar olan kısmında trenle yol alınabilen bir yolculuğun sonunda ulaştığı bu bozkır kentinde, gün gelip kente ulaşan demiryolunun işletmeye açılışına tanık olacak, hatta tanıklığın da ötesine geçip bu tarihi olayın kutlanışında etkin bir rol üstlenecek.
On parmağında on marifet olan Ahmet Fehim Efendi’nin anlattıklarına bakılırsa, Anadolu Demiryolları Kumpanyası’nın İzmit’ten Ankara’ya doğru döşemekte olduğu 485 kilometrelik demiryolu hattının tamamlanmak üzere olduğu günlerde; Ankara Valisi Abidin Paşa, oldukça telaşlıdır. Vilayetteki görevlilere Ankara Kalesi’nin derhal badanalatılmasını emretmekle kalmamış; kentte resim ve tabela konusunda herkesin üstat kabul ettiği Ahmet Fehim Efendi’yi çağırtıp onu kalenin tren yolundan görünen duvarına, uzaktan seçilecek büyüklükte bir Osmanlı arması resmetmekle görevlendirmiştir.
Yanına vaktiyle Ankara’ya yerleşmiş eski bir nakkaş olan yardımcısı Yanko’yu alarak hemen işe koyulan Fehim Efendi, kalenin duvarına yaklaşık kırk metrekare büyüklüğünde öyle bir Osmanlı arması resmeder ki; kullandığı güçlü renkler sayesinde arma, tam istenildiği gibi çok uzaklardan bakıldığında bile hemen göze çarpmaktadır.
Vali Abidin Paşa’nın Ankara Garı’nın açılış hazırlıkları kapsamında, Fehim Efendi’ye verdiği görev yalnızca bununla sınırlı kalmaz. Onun bu olağanüstü kutlama nedeniyle şehrin süslenip güzel taklarla donatılması için Milli Eğitim Müdürü’yle birlikte çalışmasını ister.
Ankara İstasyonu açılışı Serveti Funun dergisi kapağı
Zaman, 1892 yılının Teşrinisani başlarıdır ve Ankara’nın yapımı tamamlanan tren garına ilk kez bir katarın girmesine çok az zaman kalmıştır. Ahmet Fehim Efendi, bir kez daha kollarını sıvar. Gecesini gündüzüne katarak çalışır ve sonunda özellikle çalışmalarının yoğunlaştığı yer olan istasyonu, açılış için kendi deyişiyle adeta bir "cennete" çevirir.
"Şehirde şimendifer yolu yapımı yüzünden birikmiş ecnebi amele ve mühendisler…" in varlığıyla canlanan eğlence yaşamına renk katmaları için, daha önce Fehim Efendi tarafından İstanbul’dan getirtilmiş olan "Broğman Familyası" isminde on kişilik bir Macar orkestrası, açılış günü istasyonda yer alıp çalacakları parçalarla küşad törenini renklendireceklerdir.
Ankara İstasyonu’nun; kente ilk katarın ulaştığı o tarihi günkü manzarasını, yüzyıl öncesine ait bir derginin kapağına basılmış eski bir fotoğraftan izliyoruz. Tarihin derinliklerinden çıkıp gelen bu fotoğrafta; istasyonun peron tarafında hazırlanmış ve tasarımı büyük olasılıkla, Ahmet Fehim Efendi’ye ait olan bayraklarla süslü, görkemli bir tak-ı zaferle, onun altından "alay-ı vâlâ" ile süzülüp geçecek ilk tren; kenarda protokol sırasına göre dizilmiş davetliler ve en çok da istasyonu hıncahınç dolduran meraklı bir kalabalık dikkat çekiyor.
Servet-i Fünun’un 17 Kanunevvel 1308 (1892) tarihli 94.sayısının kapağını süsleyen bu fotoğraf, dergiye küşad töreni sonrasında "Ankara Vilayeti Mektupçusu saadetlü Rüknettin Efendi tarafından" gönderilmiş olup dergi yetkililerinin Viyana’da hazırlattıkları klişeden basılmıştır. Söz konusu fotoğrafın yayınlandığı sayıda: "…resimli gazetecilik vazifesini hakkiyle ifa etmiş olmak üzre iş bu vak’a-yı muvaffakıyyet-âverin [başarılı olayın] bir resmini birinci sahifemize derc ile tezyin-i sahife-i mefharet eyliyoruz [övünç sayfamızı süslüyoruz]" denilerek Servet-i Fünun’un böyle bir fotoğrafı yayınlayabilmekten duyduğu sevinç ve gurur belirtilmektedir.
Ankara cepha yolcusu, askerler istasyon yolunda
İzmit’ten Anadolu’ya uzatılan demiryolu hattının bir ucunda Cumhuriyet dönemine kadar son istasyon olarak kalacak olan Ankara için, böyle bir ulaşım sisteminin içinde olmak, kuşkusuz büyük bir kazanımdı. 1892 yılında işletmeye açılan demiryolunun, ulaşım yönüyle kente katkısının ne denli çarpıcı boyutlar içerdiğini, gene Servet-i Fünun dergisinde 1893 yılı Temmuz’unda yayınlanmış bir gezi yazısında okuyoruz. Derginin sahibi Ahmet İhsan (Tokgöz) tarafından kaleme alınan "Ankara Müşahedatı [Gözlemleri]" başlıklı yazıda, yaşanmış birtakım anılar ve gözlemlerden yola çıkılarak yapılmış bazı karşılaştırmalar, konuyu oldukça somut bir şekilde ortaya koymaktadır:
Arkadaşlarıyla birlikte trenle Ankara’ya gelmekte olan Ahmet İhsan Bey, vagon penceresinden Ankara şehri görünmeye başladığında ister istemez, bu şehre bundan yıllar önce henüz küçük bir çocukken babasıyla birlikte yaptıkları yolculuğun ne denli zor koşullarda gerçekleştirildiğini anımsar:
İstasyondan Ankara
"O zaman pederin Ankara defterdarlığı vesilesiyle, Bursa’dan arabalara binerek Ankara’ya vuku’ bulan seyahatimiz, şimdikine nisbeten gayet büyük bir sefer idi. Hakikat halde Bursa’dan itibaren şosesiz, tesviyesiz [düzeltilmemiş], bozuk yollardan araba içinde mevce vurarak [dalga vurmuşcasına sallanarak] köylerde kulübe içinde yatarak gitmek; dağ başlarında müsadif olduğumuz [rastladığımız] tek tük yolcuları görünce, hem-cinse tüsadüften dolayı büyük sevinmek, nihayet seferin onuncu günü bir tepe üzerinden Ankara’yı görerek envâ-yı müşkilat-ı seferiyeye [yolculukla ilgili çeşitli zorluklara] hâtime çekeceğimizi [son vereceğimizi] anlayub i’lân-ı sürur etmekle[sevinci açığa vurmakla], Haydarpaşa’dan müteharrik [hareket eden] odalar içinde, hareketin ikinci günü akşam üzeri Ankara’yı görmek arasında, o kadar büyük bir fark vardır ki…"
Ankara Gar 1930 lu yıllar
Ahmet İhsan Bey yazısında, on üç sene evvel on günde aldığı yolu, bu defa iki günde almış olmaktan oldukça memnun görünür ama; yazının ilerleyen satırlarında, gelişmiş bir ulaşım teknolojisi olan demiryoluyla yapılmış hızlı bir yolculukla ulaşılabilen bu kentte, trenden inen yolcuları bekleyen konaklama koşullarının ne denli ilkel bir durumda olduğunu belirtmekten de kendini alıkoyamaz.
Aslında o tarihlerde Ankara’daki olumsuz konaklama koşullarına değinmiş tek demiryolu yolcusu Servet-i Fünun yazarı değildir. Örneğin 1893 yılında demiryoluyla Ankara’ya gelen İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği İkinci Katibi C.N.E. Elliot; yaptığı bu yolculuk ve Ankara şehri üzerine hazırladığı raporda, Ankara İstasyonu çevresinde Avrupa kasabalarını andıran bir yerleşme alanı gelişmekte olduğunu belirttikten sonra: "Burada pis bir Alman oteli, uygarlığı temsil ediyor" derken belli bir ironiye baş vurmaktadır. Elliot raporunda bundan başka; İstanbul-Ankara arasının, aslında demiryoluyla 24 saatte alınabilecek bir yol olmasına karşın, Doğulu insanların kervan yolculuklarından gelme bir alışkanlıkla geceleri yolculuktan kaçınmaları nedeniyle, tıpkı gün batınca bir hana çekilen kervanlar gibi Ankara treninin geceleri Eskişehir İstasyonu’nunda durup beklediğini, yolcularının da geceyi kentteki bir handa geçirdiklerini ve bu nedenle de yolculuğun süresinin yirmi dört saatin üstüne çıktığını belirtmektedir.
Refik Halit Karay, üç ayrı kuşağın birbirinden farklı üç ayrı dönem içindeki yaşantılarından karşılaştırmalı tablolar sunduğu, Üç Nesil-Üç Hayat adındaki kitabının "Yolculuk" başlıklı bölümünde, II. Abdülhamit zamanında yapılmış bir İstanbul-Ankara tren yolculuğunun temsili öyküsünü anlatırken; trenin Haydarpaşa’dan hareketini ve Eskişehir’de verilen o zorunlu gece molası sırasında yaşanan olası durumları, kendine özgü hoş üslubuyla aktarmaktadır:
"Bu devirde bütün Anadolu için her gün, sabahları, Haydarpaşa’dan bir tek tren kalkıyor ve banliyö istasyonlarına da uğrayarak ağır ağır, gacur gucur, akşama, geç vakit ancak Eskişehir’e varabiliyor. Oraya varınca bütün yolcular inmeye ve geceyi vagonlardan başka bir yerde geçirmeye mecburdurlar. Paralılar bir Alman kadınının işlettiği otele giderler, parasızlar, civardaki hamama!
Otel hayatına, alafranga yemeğe ve alafranga yeme usulüne alışamamış paralılar da hamamı tercih ederler. …..Sabahleyin pek erken kalkıp trene yetişmek, daha önceden nevalesini de düzmek icap eder. Koca trende bavullu kimse yoktur; sepet, heybe, bohça ve en lüzumlu iki nesne: Testi ve ibrik! Vagonli, vagon restoran? Direktör Hügnen [Anadolu Demiryolları Şirketi Umum Müdürü Edouard Huguenin kastedilmektedir]: – Pöh, diyor, bu ahali daha iki yüz sene o ihtiyaçları hissedemez ve istifade kabiliyetine erişemez!"
O yıllarda Direktör Huguenin’in henüz Anadolu Demiryolu yolcularının hak etmediklerini düşündüğü yataklı vagonlar, Haydarpaşa-Ankara arasında ilk kez, Cumhuriyet’le gelen bir yenilik olarak 24 Temmuz 1924’te servise konulacak, ilk lokanta vagon servisi de Haydarpaşa-Sincanköy arasında 1925’te işletilmeye başlanacaktır.
Refik Halit, Üç Nesil-Üç Hayat‘ta, söz konusu yolculuk öyküsünü anlatırken, "Anadolu Osmanlı Timur Yolları"ında çalışan personel içinde; demiryolu hattındaki "geçit yerlerinde, ellerinde işaret bayrağı veya fener, sırıkları kapatıp açan biçareler"in dışında, gar şefinden kontrolörüne, müfettişinden telgrafçısına kadar genellikle Müslüman Türk memurlara rastlanmadığını dile getirir. Daha sonraları Kurtuluş Savaşı yılları sırasında; demiryolunun çalıştırılması ve güvenlik yönüyle büyük sorunlara yol açacak bu durumun nedeni olarak her şeyden önce demiryolunu işleten kumpanyanın yabancılara ait olması akla geliyorsa da; Anadolu Demiryolu Kumpanyası’ndaki bütün yazışma ve konuşmaların Fransızca yapılmasının, Türkleri bu işlerden uzak tutan bir diğer neden olduğu göz ardı edilmemelidir.
İlgili bazı kaynakları karıştırdığımızda, söz konusu bu durumun Ankara Garı için de geçerli olduğu görülüyor. Örneğin 1914 yılı Annuaire Oriental’inde Anadolu Demiryolu Şirketi’nin Ankara’da görevli personeli olarak şu kişilerin adları anılmaktadır:
Mühendis ve V. Bölüm Şefi : M. Weitnauer
V. Bölüm Kontrol Teknisyeni : M. Crull
Makine Deposu ve Gar Şefi : Copsidass
Marşandiz Bürosu Şefi : Castanaki
Hekim : Dr. S. Josephidès
Söz konusu kaynakta ayrıca, Ankara Garı’ndaki otel, lokanta ve birahanenin de; Dim. Kotchikaki adlı bir kişi tarafından işletilmekte olduğu belirtiliyordur.
Ankara İstasyonu yıllar yılı, daha ötesi olmayan bir hattın ucunda hep bir başına, biraz yalnız ve biraz düşünceli bekleyip durdu. Pişgâhına [önüne] ilk katarın alây-ı vâlâ ile yanaştığı o heyecan dolu günden sonraki yıllar içinde yaşantısında öyle çoşkulu günler pek olmamıştı. İstasyonda günler ve işler kendi doğal akışını izleyerek sessizce sürüp gitmekteydi. Orada çoğu zaman Kayseri’den, Kırşehir’den ya da Yozgat’tan yola çıkmış deve kervanlarınca getirilip boşaltılmış zahire yüklü çuvalları; tiftik balyalarını ve bunlara yaslanıp dinlenen bazı yorgun köylüleri görebilirdiniz. Hepsi birlikte günün uzayan, durgun, ağır akışını, ve de gecenin ıssız serinliğini paylaşarak sonu gelmez gibi görünen derin bir bekleyişi sürüyorlardı.Yalnızca beklenen trenlerin gelişinde yaşanılan ve asla yeterince uzun olmayan; geçici, hızlı bir telaş ve heyecan. Sonra yeniden ıssızlık, yalnızlık ve bekleyiş.
Ankara İstasyonu, yıllarca bunları yaşadı ve artlarında hep başka istasyonları, uzayıp giden rayları bırakarak ilerleyen trenlerin yanaştığı, yalnızlık yüklü bir son istasyon olarak kaldı. Ta ki gün gelip ülkede kurtuluşa baş koymuş birtakım insanları kendinde toplayacak bir durağa dönüşünceye dek.
Bütün ülkeyi bir ateş çemberinin sardığı Kurtuluş Savaşı yıllarında tarihi bir misyon üstlenen Ankara Garı’nın, bu zorlu sürece girilmesiyle birlikte, geçmişindeki en canlı ve anlamlı sayfalar da, birbiri ardınca yazılmaya başlayacaktır.
Bugün, bir zamanlar yüreklerini büyük bir ideale kilitlemiş o güzel insanlar eliyle yazılmış bu sımsıcak sayfalarda gezinirken; kazanlarında odun yakılan trenlerin camları kırık, döşemeleri sökük, boyaları silinmiş, harap, kirli vagonlarından Ankara Garı’na inerken gözlerinde güvenin ve ümidin ışığı yanan Milli Mücadele insanlarını; Direksiyon Binası’nın üst katındaki, küçük çalışma odasında, geceler boyunca sürekli çalışıp düşünen Mustafa Kemal’i; Kütahya-Altıntaş Savaşı’nda şehit düşen 4. Tümen Komutanı Miralay Nazım Bey’in bayrağa sarılı naaşının, bir sedyenin üzerinde Çeküller İstasyonu’ndan gelen trenden indirilişini; Sakarya Savaşı’nın en kritik günlerinde, yakıtsız kalan trenler çalışsın diye, garın ahşap bölümleriyle bahçe parmaklıklarının kesilip parçalanarak lokomotif kazanlarında yakılışını; giden her trenin ardından Direksiyon Binası’ndaki penceresinde, belli belirsiz bir gölge olarak seçilen Fikriye Hanım’ın yorgun, ince hüznünü görebiliyoruz.
O yılların Ankara Garı, acının ve çaresizliğin yanında; başkaldırının ve direncin, en güçlü biçimde duyulduğu bir yerdir. Artık bu garda törenler, Taşhan’dan tren garına uzanan toprak yolun tozunu, yakıcı bir sıcakla kavurulmuş yüzlerinde taşıyarak yürüyüp gelen, ölümün bir bıçak sırtı kadar yakınındaki, cephe yolcusu askerler için yapılmaktadır.
O yangın yıllarının sonunda Büyük Zafer kazanılıp savaş yerini bağımsızlığa, ölümler hayata bıraktığında; Ankara Garı; bayraklarla, fenerlerle donanıp marşlarla coşan bir bayram yeridir. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’in 2 Ekim 1922’de kente gelişi, tüm Ankara’yı saran bu engin coşkuyu en üst noktasına ulaştıracaktır.
Art arda yaşanan bu kutlu günler dizisi içinde, Ankara’da hep coşku ve heyecan dolu olaylar birbirini izler. Bunlardan birisi de, Ankara Hattı’nın ikmal çalışmalarının tamamlanmasından sonra, içinde Anadolu-Bağdat Demiryolları Umum Müdürü Behiç Bey’in [Erkin] de bulunduğu ilk katarın 25 Kasım 1922’de Ankara Garı’na girişidir. Behiç Bey, katarların Ankara Hattı’daki seyrüseferini, söz verdiği tarihten bir gün önce gerçekleştirmiştir.
13 Ekim 1923 tarihinde, Milli Mücadele’nin merkezi Ankara’nın Yeni Türkiye Devleti’nin başkenti olmasıyla birlikte, yoğun bir diplomat trafiğine sahne olan Ankara Garı, bu kadarla kalmayıp yeni başkentin diplomat konuklarını ağırlamıştır da. Diplomatların Ankara Garı’ndaki konukluk süreçleri içinde garda sık sık bazı meraklı izleyici topluluklarının birikmesine neden olan, oldukça ilginç, hatta grotesk denilebilecek bir durum yaşanıyordur. O tarihlerde, Ankara’da yerleşebilecekleri bir otel veya başka bir konut bulunmadığından, söz konusu diplomatlar gardaki kör raylara çekilmiş yataklı vagonlarda kalmaktaydılar ve o günlerde adeta birer büyükelçilik konutu niteliği kazanan, bu vagon-evlerdeki yaşamı yakından izlemekte ısrarlı olan meraklı Ankaralılar, istasyonu sanki bir gezinti yerine çevirmişlerdir. Birtakım insanlarca gün boyu seyredilen bu vagonlar çevresinde dolaşıldığında; bazen hepsi birbirine karışan İngilizce, İtalyanca ya da Fransızca bazı kelimeler kulağa gelmekte; hatta bir diplomatın gündelik yaşantısından herhangi bir sıradan ana tanık olunabilmektedir.
Eski Ankara Gar Binası ve Genel Müdürlük Binası(son yıllarda 2.Bölge Müd. Binası olarak kullanıldı)
Ankara Garı’nın raylarına demir atmış yataklı vagonlarda kalmakta olan İngiliz ve İtalyan Büyükelçileri; sabahları henüz pijamaları üstlerindeyken, öğlenleri yemek yedikleri sırada ve günün diğer saatlerinde masalarında bir şeyler çalışıyorken; garda toplananlarca sürekli merakla izleniyorlardı. Birlikte öylesine içli dışlı olunmuştu ki; görenler başkalarına, örneğin İtalyan Büyükelçisinin nasıl traş olduğu ya da İngiliz Büyükelçiliği katibinin pijamasının rengi gibi konularda bile, rahatlıkla bilgi verebilirlerdi.
Ankara Garı’nın 1925 yılı baharında içerdiği bu yaşam tablosunun kahramanlarından olan, İngiliz Büyükelçisi Ronald C. Lindsay, aynı yılın Mart ayı sonlarında Londra’ya gönderdiği raporunda, Ankara’da konuk olduğu altı günün izlenimlerini aktarırken Ankara Garı’ndaki konuklukları sırasında yaşadıklarına da değinir. Lindsay’e göre, garda kaldıkları vagonlar temiz ve oldukça rahattır. Büyükelçi, yaz aylarına rastlaması durumunda; aşırı sıcaklar nedeniyle bunaltıcı olabilecek olan bu vagon yaşamının, Ankara’da kaldıkları sırada, şanslarına hava kuru ve serin olduğundan böyle bir sıkıntı vermediğini de belirtmektedir.
O tarihlerde Ankara Garı’nda gündüzlerini değilse bile, gecelerini bir yataklı vagonda geçirenler yalnızca Ankara’ya gelen yabancı diplomatlar değildir. Kasım 1924’te Ankara’ya gelip burada dört gün kalmış iki İngiliz olan; Albay H. Woods ve G. Farrer’ın, İngiltere’ye dönüşlerinde ilgili makamlara sundukları raporda verilen bilgilere göre; akşamları Ankara’ya Haydarpaşa’dan gelen trenin, ertesi sabah 8.30’da yeniden Haydarpaşa’ya hareketine kadar Ankara Garı’nda bekleyen yataklı vagonlar, gardaki kenar raylara çekilerek kentte yatacak yer bulamayanların konaklamaları için ayrılıyordu. İsteyenler geceliğine yaklaşık 5 lira ödeyerek bu vagonlarda kalabilmekteydiler.
Ankara’ya demiryolunun geldiği ilk yıllardan beri kentte yaşanan konaklama sorunu, Cumhuriyet’in ilk yıllarının yoğun trafiği içinde daha da büyüyerek sürüp gitmekteydi. İnsanlar bu şehirde, gardaki yataklı vagonlarda da olsa, geceyi geçirebilecekleri bir yer bulabildiklerinde büyük sevinç duyuyorlardı. Genç başkentin, sınırlı sayıda ve kapasitede olan otellerine 1925 yılında eklenen bir yenisi, Ankara İstasyonu’ndaki eski Direksiyon Binası’nda açılmıştır.
Zemin katı lokanta olarak düzenlenen otelde, yalnızca yedi yatak odası bulunuyordur. Odalar temizdir ve sade bir şekilde döşenmişlerdir. Oldukça da rahattırlar. Bir odanın günlük fiyatı, 6 lira olan bu otelde kalabilmek için, en az iki gün önceden rezervasyon yaptırılması gerekmektedir. Otelle ilgili bu bilgileri Eylül 1925’te Ankara’yı ziyareti sırasında tuttuğu notlardan öğrendiğimiz İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği görevlisi Alek K. Helm, otelin telgraf adresini, "Station Hotel, Angora" olarak belirtmektedir.
Günümüzde, demiryollarımızın tarihinin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş olan tarihi Direksiyon Binası, Almanların Ankara’da ilk demiryolu çalışmalarını yürüttükleri zamanlarda inşa edildiği sanılan oldukça eski bir yapıdır. XX. Yüzyıl başlarında çıkarılmış bazı Ankara kartpostallarında fotoğraflarına rastlanılan bu eski yapının içinden bir tarih geçmiştir diyebiliriz. Mondros Mütarekesi’nin ardından Ankara’ya gönderilen İngiliz birliğine komuta eden Vitol, askerlerini Cebeci ile Demirlibahçe arasındaki alana yerleştirirken, kendisine konut olarak istasyon’daki Direksiyon Binasını seçmiştir.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Ankara’daki ilk ikametgahı olan Ziraat Mektebi’nden sonra, Meclis binasına yakınlığı ve merkezi konumda bulunması nedeniyle "Direksiyon Binası"da kalmaya başlamış ve bir zaman burada yakını Fikriye Hanım’la birlikte oturmuştur .
Altemur Kılıç, bu tarihi binanın geçmişine değinen bir yazısında, kendisinin doğum yılı olan 1924’te, ailesinin istasyondaki eski Direksiyon Binası’nın ikinci katında oturmakta olduğunu belirtmektedir. Kılıç Ali’nin oğlu, söz konusu yazıda verdiği bu bilgiye, o sıralarda binanın birinci katında İsmet Paşa ve ailesinin kaldıklarını da ekliyor.
Tarihler yirmili yılların ortasını geçtiğinde Ankara Garı’nda izlenen yolcu akışı tüm yoğunluğuyla sürüp gidiyordur. Bu dönemde Ankara’da yeni bir gar oteline her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmuş olmalı.
31 Kanunsani 1927 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanmış bir ilandan, Ankara’da böyle bir otelin inşaatının tamamlanarak işletmeye açıldığını öğreniyoruz.
Hakimiyet-i Milliye,31 kanunusani 1927
Cumhuriyet döneminde Ankara’yı tanımak isteyenler için yazılmış şehir rehberleriyle kenti konu alan gezi yazılarında, Ankara Garı kente ilişkin tüm tariflerin başlangıcında bir merkez nokta olarak görünür. Ankara’ya gelenlerce Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinin keşfine ilk oradan başlanılıp Yeni Türkiye’deki baş döndürücü değişim ve gelişimin hızına ilk orada şaşırılır.
1924 yılından başlayarak İstanbul’dan Ankara’ya yapılan tren yolculuklarında, Eskişehir’den sonra vagon penceresinden saatler boyu akıp giden çorak toprakları izlemekten bunalmış başkent yolcuları, gar çıkışındaki meydanda bir an durup; karşılarındaki Ankara’nın tuğla, taş ve kireç yığınları arasında bir başkent olarak yeniden kuruluşunu izlerken; bir yandan tren düdüklerinin arasında uzaklardan yankılanan hızlı çekiç seslerine kulak verecek, bir yandan da yarınlara duydukları inanç ve ümidi tazeleyeceklerdir.
Tozu dumana katarak geçip giden zaman, her yerde ve her şeyde olduğu gibi; Başkent Ankara’nın tren garında da bir şeyleri değiştirir. Takvimlerde otuzların ikinci yarısındaki yıllar yol almaya başladığında, bir zamanlar Ankara’ya eskimiş, tozlu vagonların içinde; omuzlarındaki heybelerin ve ellerindeki sepetlerin ağırlığıyla ezilmiş; yorgun, terli, telaşlı ve ürkmüş insanlar taşıyan demiryolundan; artık yataklı vagonların görevli polisleri eliyle, Ankara Palas’taki Cumhuriyet balolarına katılacak hanımların İstanbul’un ünlü terzilerince hazırlanmış görkemli ipek tuvaletleri taşınıyordur.
O günleri yaşamış bir kişi olan Altemur Kılıç, Ankara Garı’nın bu yıllardaki öncekinden çok farklı görünümünü şöyle tasvir ediyor:
"Bakanlar, diplomatlar, seçkin insanlar hep trenle gidip geldikleri için Ankara Garı akşamları tren saatlerinde teşyi etmeye (uğurlamaya) gelenlerle kokteyl kadar kalabalık ve hareketli olurdu."
Ankara Garı 1940 lı yıllar yolcu uğurlama
Yılları alan bir tarih yaşadıktan sonra, artık oldukça yorulmuş olan; Ankara’nın eski, küçük istasyonu, başkentin yüklü trafiğini taşımakta gittikçe daha da çok zorlanıyordur. Nafia Vekaleti’nin 1930 yılı Nisan’ı sonlarında Foks Biraderler Beynelmilel Şirketi’yle yaptığı sözleşme çerçevesinde, Ankara İstasyon binasıyla tesisatında birtakım genişletme çalışmaları yapılırsa da, bu yeterli gelmeyecektir.
XIX. Yüzyıl sonlarından başlayarak tarihini demiryoluyla yazan Ankara, uzun yıllar pek çok kişinin "küçük bir kasabanın derme çatma istasyonu" ya da "bir köy istasyonu" diyerek dudak büktüğü eski tren istasyonunun yerini alacak büyük bir gar binasına ancak 30 Ekim 1937’de kavuşur
Bu tarihte açılışı yapılan yeni gar binası, Türkiye Cumhuriyeti’nin on beş yılda ulaştığı aşamanın taş, demir ve mermerden oluşan mimari bir anlatımıdır. Bugün başkente Cumhuriyet döneminde kazandırılmış en önemli yapılar arasında sayılan Ankara Garı’nın tasarımının, o tarihte henüz yirmi beş yaşında genç bir mimar olan Şekip Sabri Akalın’ın elinden çıkmış olması, bir vakitler ülkede gençlere duyulan güveni göstermesi yönüyle ilginçtir.
Yedigün dergisinin 30 Mayıs 1939 tarihli 325. sayısında, Ertuğrul Şevket tarafından kaleme alınmış "Avrupanın En Modern Garı" başlıklı yazıda, Ankara’nın yeni garı için şunlar söylenmektedir:
"Türkiye’nin kalbi güzel Ankara’nın yeni garı, bu kalbin atışını tanzim eden, kanlarını etrafa dağıtan canlı bir uzuv gibidir. Ankara’ya ayak basanın karşısına yapısının sağlamlığı, güzelliği ve temizliği ile Yeni Türkiye’nin timsali gibi çıkan gar, yolcunun gözlerini dinlendiren, muhayyelesini şehirde göreceği harikalara hazırlayan bir manzara teşkil eder."
1892’den başlayarak Ankara’nın tarih içindeki birbirinden farklı yüzlerinin, özellikle de kentin Cumhuriyet’le birlikte kazandıklarının izlendiği bir pencere olan Ankara Garı, yıllar içindeki yolculuğundan günümüze; yalnızlıkları, idealleri, direnişi, ümit ve güveni tanıyarak ulaştı. Dileğimiz, bir gün bu görkemli pencereden baktığımızda, demiryollarımızın eski canlılığını yeniden kazanmış olduğunu görebilmek.
Gülseren MUNGAN YAVUZTÜRK
KEBİKEÇ dergisi demiryolları özel sayısı
Sayı:11, 2001, s.223-234.
Ahmet Fehim Efendi’nin Hatıraları, Haz: H.K. Alpman, İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1977, ss. 68-85.
2 Bilal Şimşir, Ankara…Ankara, Bilgi Yayınevi, Haziran 1988, s.39. 3Refik Halit, Üç Nesil Üç Hayat, Semih Lütfi Kitabevi, 1943, ss. 108-111.
4Demiryollar Dergisi, Sayı: 279-281, Cilt. XXIII, ( Ocak-Mart 1949 )
.5 Ziya Gürel, Kurtuluş Savaşında Demiryolculuk, Ankara, Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, s.13
6Ziya Gürel, a.g.y. , ss. 106-107.
7 Reşat Yamaner, "Sayın Behiç Erkin’i Ziyaret", Demiryol, Sayı:1, 1951.
8Bilal Şimşir, a.g.y. , s.370.
9Bilal Şimşir, a.g.y. , s.322.
10Bilal Şimşir, a.g.y. , s.321.
11 Bilal Şimşir, a.g.y. , s.324.
12Celal Hafifbilek, Ankara 1920, Telos Yayıncılık, Temmuz 1998, s. 95.
13Altemur Kılıç, "Benim Üç Ankaram", Kültür ve Sanat, Sayı: 19, ( Eylül 1993 ).
14Nezihe Araz, "Merdivenli Madam", Argos, Sayı:22, ( Haziran 1990 ).
15Altemur Kılıç, a.g.y.
16Hakimiyet-i Milliye, 30 Nisan 1930.
17 Ernst Hirsch, Hatıralarım, Ankara, 1985.
18 Kandemir, "Ankara", Hafta, Sayı: 30, ( 29 Birinciteşrin 1934 ).
19 Prof. Dr. Yıldırım Yavuz,"Ankara Garı ve Mimar Şekip Sabri Akalın", Ankara Dergisi, Sayı:5, Cilt.II, ( Temmuz 1998 ).
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Gülseren Mungan Yavuztürk