Don Porfiryo Diaz’dan Günümüze Edebiyatın Öğreticiliği
Bu yazıyı noktaladığım gün (25 Temmuz 2013) İspanya’dan gelen korkunç bir tren kazasıyla sarsıldık. Bu feci kazada onca can yitiren İspanyol halkına, İspanya demiryolcularına içtenlikle başsağlığı dileyerek… Ne diyelim, tarihten söz ederken adını andığımız bu güzel ülkeye, şimdi böyle bir not göndermek de varmış… Tarihin traverslerinde gezinirken, nerden bilebilirdik gelip yine raylara takılacağımızı!.. Ü.S.
Don Porfirio Diaz Meksika’yı 1876’dan 1901’e değin mutlak bir otorite ile yönetti. Diaz’ın diktatoryasında tarihten taşınıp gelen ve yaşanagiden karışıklıklar bir ölçüde dinecek, demiryolları yaygınlaşacak, madencilik gelişecek; ancak ülkenin kapıları ardına kadar Amerikan, İngiliz, kısmen de Alman sermayesine açılacaktı. Yabancı şirketler ülke ekonomisini eline geçirmiş, denetler olmuştu. Tabii geniş çaplı ayrıcalıklarla da (imtiyaz) donatılmış olarak. Bu dönemde tartışmasız otoritesiyle hükümran olan Diaz yerli halkın, melezlerin topraklarını büyük sermayeye peşkeş çekecekti. Geniş emekçi yığınlar acımasızca sömürülürken, yabancı şirketlere tanınan ayrıcalıklar yavaş yavaş palazlanan yerli orta sınıfın hoşnutsuzluğunu körükleyecekti. Büyük çoğunluğuna yakını yoksul ve eğitimsiz olan Meksikalı kendi yurdunda sürgün gibiydi.
35 yıllık egemenliğinde ekonomi ilerleyecek, ancak ne demokratik haklar, ne de eğitim hakkının sözü edilebilecekti. Yabancı sermaye ile işbirliği içindeki küçük bir azınlık ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarını doymak bilmez bir iştahla kaşıklıyordu. Bu yönetim Washington yönetimince çok büyük destek görüyor; Amerikan sermayesi her fırsatta Porfirio Diaz’ın sağlığına dua ediyordu. Diktatör Diaz ülke disiplinini siyasi polisle (kent polisleri) ve doğrudan büyük toprak sahiplerinin yönettikleri kır polisleriyle sağlıyordu. Bunlar da yetmezse Amerikan askeri çağrılıyordu.
Bütün bu zorba rejime karşın grevler, köylü ayaklanmaları Diaz rejiminin Meksika’ya zorla kabul ettirmeye çalıştığı düzenin temeline su yürütecek, cilasını çizecekti. Meksika’nın fethinden (1519) beri süregelen düzen, büyük toprak ağalarının toprak yağmasına ve yerli halkın emeğinin kaba güçle acımasızca sömürülmesine dayanıyordu. Bir yanda “yarı kırallık” dev mülkiyetler, beri yanda kölelik koşullarında yaşayagiden bir halk…
Porfirizm dedikleri, bu zenginden yana, yoksula kör ve sağır düzende küçük toprak sahiplerinin elinde avucunda ne varsa gasp edilecekti. Diaz’ın yetki paylaştığı temsilcileriyle (yerel güç odakları) işbirliği içinde kurduğu altyapı ve sağladığı ekonomik büyümeye koşut olarak, toprak insanlarındaki önlenemez huzursuzluk göğe yükselecekti. Ne var ki, gençlerden emekçi köylülere, aydınlardan bürokrasiye artan huzursuzluk bir biçimde erteleniyor, yabancı sermayenin ve yerli temsilcilerinin ateş düşürücü (!) girişimleriyle toplumsal patlama bir biçimde geçiştiriliyordu. Bütün bu gidiş de seçim oyunları ve söylemiyle perdeleniyordu.
Diaz hep koltuğundaydı. Son düzmece seçimden önce demokratik yönetime dönüleceğine söz vermişse de seçim biter bitmez unutmuştu sözlerini. Ya gün gelecek devran dönecek, tersine işleyen makine sonunda tutukluk yapacaktı! İşte Diaz’ın Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldığı tarihten (1915) 1930’lara değin Meksika’nın trajik kavşaklarda trajik kahramanların boy göstermesiyle, isyanlar ve başkaldırılarla sürecek acılı öyküsüdür Traven’in anlattığı… Bu trajik destan salt politik tarihin değil, yazınsal tarihin de sayfalarını dolduracaktır. Pancho Villa‘dan, Emiliano Zapata‘ya; Madero‘dan Huerta‘ya… romandan sinemaya pek çok sanatsal verime konu olmuş kahramanlarıyla kanlı kasırgaların savurduğu ülke öyle çalkanıp duracaktır. Azteklerden, Maya uygarlığından sürüp gelen bir kökte her biri bir yazın ve sanat anıtı olan çağdaş edebiyatçılar, ressamlar yetiştirmiş bu halk… Tarihin bir cilvesidir ki, demiryolları ve trenler, Diaz’ın ülkeden kaçmasını getiren toplumsal fırtınayı da taşıyacaklardır… (Devrimler ve Karşı-devrimler Tarihi Ansiklopedisi, “Meksika Devrimi” maddesi, Gelişim Yayınları, Ekim 1975 İstanbul).
***
Ateşte oturanlar, ateşle oynayanlar…
“Ama çocuklar da günün birinde yetişkin olacaklar ve tarih okurlarsa; kötü düşünce ile hoşgörüsüzlüğün insanları ne kadar çabuk insandışı bir yaratık durumuna soktuğunu anlayacaklardır.”
(Ernst. H. Gombrich, Genç Okurlar İçin Kısa Bir Dünya Tarihi. Çev.: Prof. Dr. Ahmet Mumcu. İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1997)
İşte B. Traven (1882-1969 Mexico City), bu, kendi özel tarihi de Meksika tarihini aratmaz seçkin romancı, evrensel yurttaş kalemiyle bir tarihi bir tarihe bağlayarak, adını dünya yazınsal mirasının pırıltılı sayfalarına kazımış adam, tam da bu noktada ışıyacaktır. Yaşamı boyunca ürettiği, her biri bir diğerinden ilginç yapıtları arasında Meksika’nın çileli tarihini işleyecektir. Daha sonra “Orman Romanları” diye anılacak olan ve Meksika Devriminin doğuşunu anlatan bir “destan-roman” dizisinde, Traven adı, diktadan başkaldırıya Meksika halkının tipik öyküleri ve karakterleriyle özdeşleşecektir. Altı romandan oluşan bu dizinin ilk kitabı olan HÜKÜMET, dilimizde ilk kez 1975’te yayımlanmıştı. (B. Traven, Hükümet. İngilizceden Çeviren: Şemsa İlkin (Yeğin). Yücel Yayınları, Seçme Eserler, Birinci Basım, Mayıs 1975 İstanbul)
Büyük romancı Traven, bu kitabının sonuna doğru Meksika halk tarihinden öyle bir “fotoğraf”çizer ki, çektikleri onca çile ve çekiye karşın, Meksikalıların, niçin sonunda diktatörleri alaşağı etmeyi başardıklarının gizi de bu “fotoğraf”ta saklıdır. Ülke yönetiminin genelde ipini elinde tutan diktatoryal iç ve dış koalisyon, başta 300 yıllık İspanyol egemenliği ne yapıp ettiyse Meksika halk toprağındaki bir geleneği ve dayanışma kültürünü kazıyıp atamamıştır halkın ortak bilincinden. Kabileler içi bir ortakyönetimle üç-dört bölge ya da köyün (Pueblo) yöneticilerini (reis’lerini) seçme kültürü ve geleneğiydi bu.
“Bir kez reis olan kimse ikinci kez seçilemezdi. Her bölge sırayla bir reis seçerdi. Seçim sırası hangi bölgedeyse, o bölge oy verirdi. (…) Yeni bir reisin göreve başlaması sebebiyle yapılan tören, eşsiz bir törendi. (…) Emekliye ayrılan reis, kendi dillerinde bir konuşma yapardı. (…) Yeni reis, nazik ve alçakgönüllü bir konuşmayla cevap verirdi emekliye. Derken bir sandalye getirilirdi. Bu sandalye alçaktı ve hasırdan yapılmıştı. Ortasında bir delik vardı. Yeni reis, beyaz pamuklu pantolonunu indirir, sandalyeye otururken, töreni izlemek üzere etrafını saran kalabalık güler, gülüşür; ağza alınmadık şakalar yaparlardı.” Yeni reis elinde gümüş tokmaklı abanoz asasıyla sandalyesine vakarla oturunca bu şenlik şamata diner, gülme gülüşme kesilir, “yeni reislerinin ilk ağır görevini yerine getirmesi işi gereken saygıyla beklenirdi.”
Sonra eski uzak kültürlerinden taşıyıp getirdikleri şiirli ve şiirsel eğretilemelerle yüklü konuşma ve söylevlerin ardından gelecek yılın reisini seçecek köyden üç temsilci yanaşır altı delikli sandalyede sessizce oturan yeni reisin yayına… Ellerinde içi harıl harıl yanan kömürle dolu, yanları delikli bir toprak çanakla… Bu çanağın ne işe yarayacağını anlatan söylevci, konuşması bitince içi ateş dolu kabı yeni reisin altı delik sandalyesinin altına yerleştirecektir!
İçi ateş dolu çanağı yeni reisin dibi delik sandalyesi altına yerleştiren adam, konuşmasında reisin poposunun altındaki ateşin ona görevinin halka hizmet olduğunu unutturmamak için yakıldığını söyleyecektir. “Dahası, altına ateşi kimin koyduğunu da unutmamalıydı -gelecek yılın reisini seçecek bölgenin temsilcisiydi bu-ve sandalyeye yapışıp kalamayacağını, halkının selametini zedeleyici bir durum olan ömür boyu yönetim tehlikesini önlemek için, vakti dolduğunda sandalyeden vazgeçeceğini hatırlamalıydı. Sandalyeye yapışmaya kalkarsa, altına, kendini de, sandalyesini de yutacak büyüklükte ateş koymasını bilirlerdi.” (…) “Yeni reis, bu söylevler bitinceye kadar (altında cehennem ateşi yanan sandalyesinde) oturmak zorundaydı. (…) Son söylevci kendinden önce konuşan iki kişinin gereğinden çabuk konuştuğu kanısındaysa sözlerini iki katı yavaş söyleyerek açığı kapatırdı. Reis ne hissederse hissetsin; tek bir hareketle ya da tek bir göz oynatmayla da olsa nice yandığını belli etmemek zorundaydı.”
Tam tersine, yandıkça yanmamış gibi ağırdan alacak, çektiği acıyı çaktırmamak için çevresindeki tören izleyicilerine türlü şakalar yapıp, iğneli sözler söyleyecektir yeni reis. Ya sakin sessiz sandalyesinden kalktıktan sonra, oturağının altındakini uzun süre unutamayacaktır!
Traven şöyle anlatıyor sonrasını:
“Hemen hemen bütün reislerin, vücutlarındaki (…) yanık izleri ulusunun reisi olma onuruna sahipliği kanıtlamak için taşınabilecek en sağlam belgedir. Bu aynı zamanda, reisin, halkın geleneklerine karşı gelip de, bir daha seçilmeyi aklından geçirmemesi için yararlı bir hatırlatmadır. (…) Hiçbir lider düşürülemez, değiştirilemez değildir, yıllanmak için oturtulmamıştır o koltuğa. Ve liderler ne kadar sık kızıl kor üzerine oturtulursa, siyasal hareket o kadar canlı olur.”
…
Oysa “Don Porfirio Diaz her dört yılda bir başkanlık süresi doldukta, kendini yeniden seçtirmektedir. Onun saltanatı altında göbek üstüne göbek bindiren çete yapmaktadır seçimi. Onun yönetimi altında göbek şişirmeyen kimsenin oyu yoktur. (…) İlk kez seçildiğinde poposunun altına bir güzel mangal oturtmalı, dünyada halkın kaderini tayin yetkisine sahip birden fazla adam olduğunu hatırlatmalıydı ona. (…) Don Porfirio, kendisinin yeryüzünün en akıllı, en büyük ve en iyi devlet adamı olduğuna inanırdı. Bu yüzden tekrar tekrar seçilmesini söylemeye bile gerek olmadığı kanısındaydı. Onun altındakiler de ondan örnek alırlardı. Valiler, belediye başkanları, emniyet müdürleri, sekreterler (yerel temsilciler)… onları halktan ölüm ayırıncaya, kurtarıncaya kadar sandalyelerini bırakmazlardı. Bunamaları ya da akıllarını yitirmeleri bile emekli olmalarına yeterli neden değildi.”
Onun içindir ki, “Don Porfirio koltuğunda ölünceye kadar oturmak niyetinde olduğundan, vali de ömrünün sonuna dek vali olarak kalmayı umduğundan Pevbil’de (bu törel seçim geleneğinin sürdüğü köyler topluluğunda) rağbette olan seçim sisteminin bir aptallık örneği, daha barbarlık batağından kurtulmamış yerlilerden başka bir şey beklenemeyeceğinin kanıtı olduğuna karar” verir. Bunu kararını yasalaştırmak için bir “kararname” yayımlar Don Porfirio hazretleri…
Haksız da değildir! “Böyle bir sistemin ilerde örnek tutulması tehlikesi vardı. Hem her yıl yeni bir başkan, yeni bir vali seçilirse, halk, herkesin yönetme yeteneğine sahip olduğunu sanacaktı. (…) Böylece yönetim işinin yönetilenlerin düşündüğü kadar güç bir iş olmadığı inancı yayılacaktı. (…) Don Porfirio koltuğunda ölünceye kadar oturmak niyetinde olduğundan ve vali de ömrünün sonuna kadar vali olarak kalmayı umduğundan, Pevbil’de (yazımıza konu o köyde, ÜS) rağbette olan seçim sisteminin bir aptallık örneği ve daha barbarlık batağından kurtulmamış yerlilerden başka bir şey beklenemeyeceğinin kanıtı olduğuna karar verdi.” Hemen bir uygarlık kararnamesi (!) çıkartarak halihazırdaki reisin (Jefe’nin) yerinde kalmasını yasalaştıracaktır.
Sonrası romandadır…
Dün, Montezuma (Meksika) ülkesi kıralı sokaklardan geçerken güneş kıralın yüzüne bakmamak için yüzükoyun yerlere kapanan halk, bir doğrultacaktır yüzünü pir doğrultacaktır. Uygar Batı’nın ilk vahşilik gösterisi Montezuma kıyımından Diaz zulmüne… çektiklerini hiç unutmayacaktır Meksikalı. Hintli’nin, gölgesi bile üstüme değmesin diye kaçtığı parya’dan, güneş bildiği kırala gözlerini çevirip de bakmayan Meksikalı köylüye; zaman, güneşi de güneşlere çevrik gözleri de yeniden çizecektir eskimez tarih kitabında.
B. Traven bunu anlatıyor o ünlü romanında (1931). Meksika halkının süregiden güneşi zapt etmek kavgasını… 25 Temmuz 2013. Ü.S.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan