25 Kasım yaklaşıyor ama şiddet artarak devam ediyor… (1. Bölüm)
Ülkede büyük bir çoğunluğun yabancı olduğu bir tarih, 25 Kasım! Bu yazıyı okuyanlar da elbette merak ediyordur; "25 Kasım’ın ne anlamı var ki?" diye!
Merakı, en yalın ve sıradan söylemle gidermek gerekirse, 25 Kasım; "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü"… Tabi bu şekliyle söyleyince, "aman işte" diyen olabilir ama neresinden bakarsanız bakın, kendinize "insanım" diyorsanız, bu günü bilmemek, özellikle de bugünün anlamına uygun, şiddetin olmadığı bir yaşamı yaratma konusunda elini kolunu bağlayıp oturmak size gerçekten acı gelecektir.
"Kadına yönelik şiddeti" her noktadan alabileceğiniz gibi, sitemizin adında yatan "kent ve demiryolu" kelimelerinden de alabilmek mümkün. Ama biz öncelikle genel noktalarıyla bakacağız…
Öyle garip bir ülkede yaşıyoruz ki; bir yandan "resmi" politikalarda, kadına dönük çalışmalar yapılıp, yasalar çıkartılırken, bir yandan da daha önce devlet söylemlerine yansımayan şekliyle kadına yönelik aşağılayıcı, şiddet kültürü halka kanıksattırılıyor.
Bu konuda en büyük portreyi çizen de, hükümetin ve bakanların başı olan Başbakan R.Tayyip Erdoğan olsa gerek! Çünkü ülke siyasetinde, bakış açısı ne kadar riyaya açık olsa da, "ananı al git, bekara karı boşamak kolay" vb. gibi erkek egemen sokak ağzını resmi söylemlere yansıtan ilk Başbakan R.Tayyip Erdoğan..! Gerçi bir zamanlar, "sinirine hakim olmayıp", gerçek yüzünü göstererek bir Alman milletvekiline "fahişe" diyen devlet bakanını da da unutmamak gerek! (Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth, kendisine ‘‘fahişe” diyen DYP Milletvekili Ayvaz Gökdemir’den kazandığı 15 bin mark tazminatı fahişe derneklerine bağışladı. Para en kısa zamanda İstanbul ve İzmir’deki hayat kadınları derneklerine gönderilecek)
Tabi R.Tayyip Erdoğan’ın bakış açısıyla "bekara karı boşamak kolay" mantığıyla algılanabilir sözlerimiz ama bir yandan "güya" koruyucu yasalar çıkartıp, bir yandan da kadını aşağılamayı resmi ağza varan kadar yerleştirmek kolay değil, tersine zor olsa gerek! Hele ki, artık Cumhurbaşkanlığı makamında kadının elini tutmak(tokalaşmak) bile yok edilirken!
Tabi sorunun temelinde, eğitim, kültür değişikliği ve samimiyet yatınca, mevcuttaki çarpık durum hemen kendini gösteriyor…
O kadar yasa çıkartıldı, TCK değiştirildi ama
kadına yönelik şiddet artarak devam ediyor
Töre adlı kadın katliamları devam ediyor, çünkü devlet sadece yasa koyuyor, işin "töre" kültüründen geldiğini unutturarak! Ve bu kültürü yok etmek için kılını kıpırdatmak yerine, topluma kötü örnek olan davranışlarıyla bu kültürü daha da körüklüyor. Nedir bu davranış derseniz, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi "kadının başına taktığı örtü" üzerinden tartışılıyor, kadınlar "siyasi arenanın" resepsiyonlarında "haremlik selamlık" usulüne uygun olarak yer almıyor, zurnanın zırt dediği noktaya gelince de, Cumhurbaşkanının eşi artık elini de vermiyor tokalaşmak için!
Elbette konu, bireysel tercih temelinde alınabilir ama içinde barındırdığı kültür ve bakış açısının topluma yansıması; kadını malı olarak gören ve adını "namus" koyan zihniyetin, kadın üzerinde geliştirdiği "namahrem" kavramı böylelikle daha da körüklenmiş oluyor. Hal böyle olunca da töre adlı katliamlar devam ediyor. Çünkü, "namusu temizlemek" adlı "insanlık dışı mülkiyetçi bakış açısının" önünde TCK’nın bilmem kaçıncı maddesinin bilmem kaçıncı bendinde geçen bilmem kaç yıl hapis cezası hükmü hiçbir geçerlilik arz etmiyor ve yitenleri de geri getirmiyor…
TV’lerde, sokaklarda dövülen, tacize, tecavüze uğrayan kadın görüntüleri, eksik olmuyor. Tabi bunlar basının objektiflerine yada kameralarına takılanlar.. Yani Iceberg’in görünen yüzü bile değil, sadece buz dağının üstündeki birkaç kar tanesi gibi! Tabi evde, kadına uygulanan şiddet, bu tartışmanın hiç görülmeyen, gösterilmeyen yüzü!
Ama gösterilen bir yüzü var ki, o da; geçtiğimiz günlerde Ankara’da Diyanet tarafından düzenlenen "kitap" fuarında, "kadının nasıl dövüleceğini, namus bekçiliğinin nasıl yapılacağını vb." anlatan kitaplarla verilen mesaj… İşte görünen de, gösterilen de bu ve yasa koyucu olan mutlak salt çoğunluk iktidarının "kadından sorumlu" ama sorumsuz bakanı ile "(kültürden)kitaptan sorumlu" kültür bakanı ise, susarak onaylayıcıları…
"Al gülüm ver gülüm" siyasi anlayışıyla yürütülen iki yüzlü siyaset içinde kadınlar aşağılanmaya, politika, iktidar ve rant malzemesi olarak kullanılmaya devam ediliyor.
Kadına yönelik şiddetle devletin ilişkilendirilmesinde, Uluslararası Af Örgütü; "evde veya toplumda kadınlara yönelik şiddet eylemlerinin doğası ve ağırlığını göz önünde bulundurarak, işkencenin uluslararası standartlarına uygun olarak" tanımlarken, "DEVLET ETKİLİ KORUMA SORUMLULUĞUNU YERİNE GETİRMEKTE BAŞARISIZ OLDUĞU İÇİN, kadına yönelik şiddeti DEVLETİN SORUMLU OLDUĞU İŞKENCE" olarak açıklamıştır.
Kadına yönelik şiddeti tartışırken, aslen kafalarda daraltılan "şiddet" kavramını açmak ve gerçek anlamına kavuşturmak gerekiyor. Eğer bu yapılamaz ise, şiddet konusu "fiziki şiddetten" öteye gitmiyor ve erkek egemen kültürü "yüz değiştirerek" çağa uyarlanıp kendini kalıcılaştırdığı görülemiyor!
Kadına yönelik şiddet nedir?
Kadını küçümsemek, aşağılayıcı sözler söylemek, şiddetin sorumluluğunu kadına yüklemek, yapılan şiddeti inkar etmek, eşyalara zarar vererek göz dağı vermek, korkutmak, tehdit etmek, kadının çalışmasına engel olmak, kadını ev işlerinden sorumlu tutup bu işleri yapmaya zorlamak, aile yönetiminde söz hakkını paylaşmamak, kadının hareketlerine her ne sebeple olursa olsun sınır koymak, kadını istemediği cinsel davranışa zorlamak, davranışla, sözle, temasla tacizde bulunmak, tecavüz etmek vb. gibi birçok tavır ve davranış KADINA UYGULANAN ŞİDDETİN KAPSAMINDADIR!
İşte şiddetin asıl tanımının bu olduğu dile getirilince ve "riya içine girmeden" şiddetin ne denli boyutlu olduğu kabul edilince, ne kadar karanlık ve vahşi bir mantıkla karşı karşıya kaldığımız ortaya çıkıyor. Şiddeti dışarıda aramayıp, kendimizde, kendi içimizde aradığımızda da bu şiddetin ne kadar içinde yada dışında olduğumuzu görebiliyoruz.
Kadına yönelik şiddeti tartışılabilir ve görülebilir kılmanın önündeki en büyük engel de "töre ve namus" adlı kavramların birleşiminde karşımıza çıkıyor…
"Töre sözcüğü Türkçe’ye iki yerden geçiyor. Biri eski İbranice’den, Tevrat anlamında. Yazılı olmayan kural yerine kullanılıyor. İkincisi, Moğolca’dan geçiyor. Tör, Moğolca devlet anlamında. Toplamında, töre devletin yasaları yerine geçiyor." "Namus, nomos’tan geliyor. Arapça ve Farsça’dan Türkçe’ye geçiyor. Onlar da, eski Yunan’dan alıyor. Nomos; kural, yasa anlamında. Kökü nema. Nema ise, bir erkeğin sahip olduğu otlak alanda otlayan hayvanlar" yerine geçiyor. Yani "töre ile namus" kavramlarının birlikteliği; "erkeğin sahip olduğu otlak alanda otlayan hayvanlar ile bunların töre ‘devlet’ yasaları ile hukuğunu oluşturuyor…
Bu tanımların köklerinin bir araya getirilmesinde ortaya çıkan anlam aslında, Türkiye’de kadına verilen değerin ve erkek egemen kültürün bir portresi gibi karşımızda durmaktadır…
Kadını malı, hatta şairlerin şiirlerine de yansıdığı üzere, sofradaki yeri itibariyle "öküzden sonra" gören erkek egemen zihniyetin bu mantığı, hem dinsel öğelerle, hem de kapitalizmle besleniyor.
Bu bakış açılarından kurtularak konuya baktığımızda, kadına yönelik şiddetin en büyük parçası olarak, "kadın bedenine sahip olma" mantığı ile karşı karşıya kalmaktayız.
Ülkemizde, resmi olarak 68 genelev, resmi vesikalara göre de yaklaşık 3000 hayat kadını(genel kullanılan tabiriyle) var. Bu rakamlar, kadın bedeninin satışa çıkartılmasında onay makamı olan devletin resmi makamlarının verdiği yaklaşık değerler! Yani bilinen, daha doğru tabirle, kayıt altında olan sayı bu!
Birilerinin "namus" ve dini motifli kavramları üzerinden bakmayıp, kadın bedeninin satılmasının vicdanları sızlatması gereken "insanlık dışılığı" üzerinden bakıldığında, bir yanda "güya" kadını koruyan devlet ve iktidar politikaları ile kadın ticaretinin resmileştirilmesinin yarattığı çelişki ve çarpık kültür karşımızda tüm çıplaklığı ile duruyor!
Ve erkek kadın eşitliği üzerinden yapılan gayri resmi ve resmi "gelişim" söylemlerinin ne kadar sahte olduğu sadece bu örnekle bile ortaya çıkıyor. Bu çarpık kültür öyle bir kültür ki, kökleri yüzyıllara dayanıyor. Tarihçilerin iddialarına göre, Osmanlı’da "kerhane yönetmeliği" olduğundan bahsediliyor.
Yüzyıllar boyunca, köle, cariye olarak el konulan kadın bedeni, yakın geçmiş ve günümüz itibariyle de, devlet kontrolünde ve onayında, ticari bir meta olarak pazarlanıyor. Devletin bu konuda tek takıldığı nokta, işin izinli yada izinsiz olmasında olsa gerek! Yada daha acı boyutuyla söylemek gerekirse, vergilendirilip, vergilendirilmediği asıl sorun olarak görülüyor. Hafızalarımızı tazelemek gerekirse, bu ülkenin vergi rekortmenliğini bir dönem, "genelev patroniçesi" olarak adlandırılan Manukyan’ın elinde tutmuş olması, ne demek istediğimizi açıkça anlatmaktadır herhalde!
Kadının bedenini köleleştirme mantığını, "gelenek ve göreneklerle" birleştirmek, belki birilerinin tepkini çekebilir ama biz bunu "tepki"den doğru haykırmaktan da geri durmayacağız…
İçinde yaşadığımız toplum yapısı, "bekareti yok" diye öldürülen, aşağılanan, dışlanan kadınların kanları, yitip giden canları üzerinden yükselen, kadını "kız, kadın" diye kategorize eden, evlilik adlı kurumu "kız" ve "alma" kavramları üzerinden yürüten ve bu işleyişi de "gelenek ve görenekler" üzerine oturtmuş bir toplum yapısı…
Uç örnek olarak, genelevlerde kadın bedeninin esaret altına alınması ve metalaştırılmasından, "kız almaya" geçiş garip gelebilir ama her iki durumda da mevzu bahis edilen "kadın bedenidir"…
Toplum, insanların birbirleriyle yaşamak, yaşamı paylaşmak istemesine bu şekilde örtülü bir gericilikle bakınca da, "töre" adı altında yapılan katliamlara hiç şaşırmamak gerekiyor. Ancak şaşırmamanın anlamının da, kanıksama yaratmaması gerekiyor…
Biz toplum olarak, tıbbi bir işleme, "erkekliği kutsamak" üzerinden sevinen ve törenler yapan, yaşama cinsel organı üzerinden bakan erkekler yaratan toplumsal bir geçmişten gelip, bunun üzerinden yürüyen bir toplumuz!
Bu bakış açısı sadece cinsel organları üzerinden yaşama bakış açısı getirmiyor elbette, çünkü kültürel yozlaştırma sürecinde, bir karşılık olarak kadın da, "seks objesi" olarak algılanıyor! Böylelikle "kadının bedeni" üzerinde tahkim kurma ve esareti kalıcılaştırma adına farklı bir yoldan da yaklaşım geliştirilmiş oluyor.
Sonuçta, tüm kanallar kadının bedenini köleleştirmeye akıyor. Erkek egemen kültürün kadına bakışında ve şiddet uygulamasında 2 temel başlık olan "seks ve ev hizmetçiliği" yaklaşımının birincisi böylelikle gerçekleşmiş oluyor.
Tabi bu sadece bu anlatılanlarla da sınırlı kalmıyor, toplumsal yapı içerisine yerleştirilen birçok gelenek, görenek de buna hizmet ediyor. Ancak bunun en öne çıkanı ve belki de en acı olanı, kadının kendi bedenini kendisinin köleleştirmesi ve bedeniyle kavgalı hale getirilmesi sürecidir.
devam edecek…
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: kentvedemiryolu.com