Demiryolcu Ekmeğiyle Büyümüş Bir Has Emek Adamı
Sonsuzluğa Uğurlayışımızın Yeni Bir Yıldönümünde
Demiryolcu Ekmeğiyle Büyümüş Bir Has Emek Adamı
Müştak Erenus.
Müştak Erenus (1915-5 Kasım 2002). O da benim demiryolcu kayınpederim Ziya Hatay (1914 – 2009) gibi Şam doğumlu. Sevgili, sevimli, kadir-kıymet bilir; sencil ve sevecen adam; dost şair, cumhuriyetin ilk kuşağından devrimci aydın. Yazanın çizenin, derginin dertlinin kanadına rüzgâr, sırtına duvar olan adam. Yiğit, tok sözlü… İçtenlikli, sıcacık söyleyişli; yaşamın ve yaşamaların hakkını vermiş, aldığı soluğu “hak etmiş” bir kavga adamı. Bir “has adam”. Ataol Behramoğluyazdı en son. Öğrendik ki yaşlılık denilen koya çekmiş yaşam kadırgasını; uzaktan izliyormuş bir zamanlar fırtınakuşu gibi kanatlarına konduğu dalgaları.
Bir güz günüydü. 13 Kasım 1993’tü. Kadir’le gitmiştik. Kitap Fuarı’na. Türkmen kocası dostumuz, şair Müşür Kaya Canpolat’ı ve Müştak Erenus‘u ayrı ayrı ziyaret etmiştik. Fuar’dan sonra, Sıraselviler’deki avukatlık bürosuna çıktık. Ne sevimli bir yerdi orası. Masası, duvarlarda resimler. İkindi aydınlığında ışıyan yüzü. Bilge Anadolulu; eren usun, ışıyan usun canlı anıtı; gülücüklerin güvercinleri havalanıyordu güzel yanaklarından. Dostun, sevgilinin yanında paylaşılan insan sıcağından süzdüğü mutluluğu çoğaltan bir elektrik yükselticisi gibiydi. Alnında ışıyan sevgi ve kardeşlik aylasıyla özel, özgün bir ısı, ışınım yayıyordu çevresine.
Anılarını yazdığı “Kör Beyazı Sordu” yayımlanmış, bize de göndermişti. Okumuş, bal tadında bir esrimeyle allak-bullak olmuştuk. A. Kadir (Paksoy), kitabı tanıtan bir yazı yazmış, fırından yeni çıkan şiir kitabını “Usulca” ona adamıştı. Özel ve dostlarına özgü bir yazı (kaligrafi) ile yazdığı, dosyalarımız içinde birikeduran, nicesi çerçevelenip duvara asılmaya değer güzelim seslenişlerinden birisini de aynı kitabın arka kapağında yayımlamıştık. Yüreklerimizin pır pır ettiği o kahverengi yoğunluklu çalışma odasının ortasında, salt üçümüzü değil, tüm İstanbul’u, Anadolu’yu güzelleyen bir yaşama gizi, iksiri dolanıp duruyordu (O fotoğraf bu yazıya ekli). Olduğu, bulunduğu yerdekileri insanca bir şölenin, şenliğin çelengiyle sarmalayıp, konukluktan kurtaran bir iklim vardı sanki. İster içine, ister dışına sürgün olsun insan; yer, yurt iyesi (sahibi) ediyordu onları; ustaca, şiirleri gibi. İnsanın özünün, insanca olanın kökünün kurutulup rüzgârlara verilmeye çalışıldığı bir dünyada tutunacak dallar uzatıyordu şiirce, şirince; serin gölgelikler sunuyordu ateşin ortasında size. Yurdu ve yurtsuzluğu, umudu ve umutsuzluğu, suyu ve susuzluğu, ekmek ve onur kavgasını, yaşamak cennetini ve cehennemini; seksen yıl kanat çırptığı gökyüzünü ömrünün… Gözlerinizin önüne seriveriyordu öyle. Ermişin iç erinciyle; bir Anadolu kilimi serer gibi ayaklarınızın altına…
***
Müştak Baba! Anımsıyor musun? Durup durup trenleri konuşmuştuk seninle. Baban “trenci” ya! Mustafa Kemal‘i taşıyan uğurlu ve onurlu trenin makinisti adamın oğlu, Müştak Baba! Ataol’un yazısını okuyunca o tren ve senden başka bir şey kalmadı kafamda. 1923’lerin Eskişehir’inden Kurtuluş’un güneşiyle ışıyan İstanbul’a kalkan o treni unutmadık! Silinmez gözümüzden o fotoğraf. Sen de o tren penceresinde balkıyan altın yangınının içinde ışıyorsun belleğimizde.
Şam doğumlu Müfehham Müştak Afyon nüfusuna kayıtlı. Adı bile anlatan anlamına geliyor Osmanlıca’da: (Müfehhim). Ne güzel ne etkileyici anlatıyordun; bir ışıltılı masal ülkesinden çıkıp gelmiş gibi: öyle duru, dipdiri sevinçle, alın ve yürek açıklığıyla… İlk ziyaretine gittiğimizde seksen yaşının eşiğinde idi. Şimdi doksanının eşiğinde gülümsüyor. Babası, Anadolu-Bağdat Demiryolu‘nda makinist Müştak Baba’nın… Demiryolunun, trenin yaşamında çok özel bir yeri ve anlamı var bu yüzden. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının ardından bu “hat” kapatılınca, aile Anadolu’ya, anayurda döner. Manevra makinisti yaparlar babasını. Çok üzülür, örselenir; acı çeker baba. Yanı sıra ev halkı… “Anam lohusa” diyor; Afyonkarahisar’dayız. Para yok pul yok. Annem lohusa haliyle konu komşuya dikiş dikiyor. “Terziydi anam bir parça…” Babama, “Hüseyin” diyor, akşama gelirken bir parça lahana al. Kapuska yapalım. “Babam anamı çok severdi.” Yıllar sonra, İstanbul’da Koşuyolu’ndaki ilk evimizde, güzel babam bana o lahana hikâyesini gözleri dolarak anlattıydı diyor Müştak Baba. “Anan bana çarşıya git, der; ama para da cebimdedir. O gün de lahananın parasını cebime koymuştu.” Paramı cebime kor, lahanayı ondan sonra söylerdi, diyor.
Demiryolundan, demiryolculuktan, trenden, trenciden… söz ederken “has emek” diyor Müştak Baba. O denli olağanüstü bir içeriği, anlatım gücünü kuşanıyor ki bu söz onun ağzında; cumhuriyet demiryolculuğunu ancak bu iki söz anlatabilir diye düşünüyorum: “Has emek”! Kör Beyazı Sordu‘da da (yaşam öyküsünü anlattığı son kitabı) sık sık geçiyordu bu çakmak taşından çıkma yalım gibi söz. “Has ekmek” der gibi. “Anılarım içinde benim için en kudretlisi”, tren ve Atatürk için söylüyor bunu, “ama hakkını yemeyelim öbürlerinin de. Biri var ki unutamam” diyor. Anlatıyor:
Bilirsin, alaturkalığımızı… Bir şey önceden saptanıp, hazırlanmaz bizde. Pat diye ortaya düşer işler, gereği sonra düşünülür. Kara treni çağrıştıran bir deyişle, istim arkadan gelir. Böyle bir iş, iş ki ne şiirsel bir iş, diyor. Uçuyor konuşurken de. Çok olağanüstü bir iş, benim çocukluk dünyamın ortasına pat diye düştü işte. Evdeyim, birisi geldi. “Müştak çocuk” dedi, “Baban terfi de etti: Şerit… şerit!..” Müştak Baba’nın babası, demiryolu makinisti, Hüseyin Lütfü Anadolu-Bağdat Demiryolu işletmesi kapanınca yurda dönmüştü ya; anayurda dönüşünde “intibak”ında bir “boşluk” olur. Bir süre işsiz kalır. Anacığının terzilik ettiği günler… 1922’yi gösterir takvimler, Mustafa Kemal daha cephededir ya dağın ardında değildir ışık artık, yanıbaşlarındadır, Kurtuluş’un muştucusu, ateş taşıyıcısı bağımsızlık kavgasının. Duyar çocuk yüreğinde, kavrar olanı biteni. Aklı erer yaşanana, gidene ve gelmekte olana.
O günleri kuş kanadında süzülür gibi anlatıyor Müştak Baba. Ellerde bohçalar, eratın (askerlerin) taşındığı kara vagonları ezberledik. Ah o vagonlar, ah o istasyonlar; biraz da oralarda, hat boylarında gizlidir tarihimiz diyor. Yürekten katılıyoruz yargısına. Kurtuluş’a ilişkin sayısız hat boyu fotoğrafı üşüşüyor belleğimize. Kırk küsur kişilik vagonlarda hep taşındık biz de. Hep gidip geldik. Ne zaman manevra makinistliği verildi babama; ne zaman Eskişehir’e geldik… Konya ne zaman… Afyon nerede… Küçüktük, konuşmazdı babam bizimle; dertliydi ama… diyor. Kuş uçuşu, kuşbakışı anlattığı için de bak görüyorsun, nasıl da atlıyoruz yılları diye takılıyor bize.
“Cumhuriyet”i bekliyoruz! Gördük de sonra o kutlu günü; Kurtuluş’un güneşini. Ne mutlu bize, diyor. Mustafa Kemal, Ankara ile İstanbul arasında gidip-gelmeye başladı, diyor sonra. Yol şu: Ankara-Eskişehir, Eskişehir-İstanbul. O zaman karşılıklı trenler gece Eskişehir’de konaklıyorlar. Babam, Eskişehir-İstanbul arasında çalışırdı. Arap Mahmut’la birlikte. Arap Mahmut, Boşnak Hüseyin… Boşnak’tı babam. Dedim ya evdeyim. Zafer Mahallesi’nde. Tek katlı bir evdeyiz Eskişehir’de. İki sözünün birini “güzelim”le güzelliyor; söylediği, anlattığı her şeye masalsı, düşsü bir tat katıyor bu söz, sıcaklığının yanında.
“Müştak çocuk” diye evin ortasına düşen adama getiriyor sözü yeniden. Koştu geldi işte. “Müştak” dedi. “Kalk, kalk! Babana şerit… şerit işte!..”dedi diyor. Ne şeridi, ne oluyor diyor Müfehham Müştak, çocuk şaşkınlığı yüzünde, gözünde. Yüreği ağzına gelir sonra duyduklarından Müştak Baba’nın. “Mustafa Kemal… Mustafa Kemal’i İstanbul’a götürecek…” der gelen adam. Boşnak Lütfü’yü “terfi” ettirmişlerdir. “Manevra makinisti, “ikinci sınıf” makinist, Paşa’yı İstanbul’a götüremez!” der, pat diye gelen adam. “Birinci sınıf” makinist yapıldığı için babası, dört “şerit” gerekmektedir şapkasına. “Şerit… Şerit gerekli” diye üsteler adam. “Nihayet ben yedi yaşında bir herifim” diyor Müştak Baba. Mutfaktaki dolabın üstünde babasının eski şapkası olduğunu anımsar, “yedi yaşındaki herif”. Koşar koparır getirir şeritleri. Yalınayak, hiç unutamam, koş istasyona!.. Babam depoda şerit bekliyor. Baba! Dedim, “al getirdim!” Ağlatıyor bizi Müştak Baba. Ne haldeyim bilir misiniz çocuklar, diyor. Dokunsalar ağlayacağım… 1919’un Erzurumlu günleri düşüyor aklıma; askerlikten çekilen Mustafa Kemal için gerekli sivilleri (giysi) aramak telaşı canlanıyor kafamda. “Biliriz” diyorum!. “Ver… ver!..” Dedi, babam; ver şunları bana, hüngür hüngür ağlayarak. Aldı ve gitti, diyor babası için. Hadi güle güle, der yalnızca Müştak’a, Boşnak Lütfü. Ayrılır, babasının yanından, istasyona gelir, kalabalığın arasına karışır. O kadar emek boşa mı gidecek, der. Bir insan ormanında çırpınır durur, O’nu görmek, babasına el sallamak, görünmek umuduyla.
Sonra? Diyoruz. “…Sonra başında güzelim bir kalpakla Paşa göründü” diyorsun. Amca dur, az çekil diye amcaların bacakları arasında bir yer arar kendine Müfehham Müştak. İlle yakından bakacak, görecek Mustafa Kemal’i. Görür de. “… Güzelim bir ceket. Parka ceket. Külot pantolon. Kalpak başında bir güzel adam, güneşin altında dolanıyor.” Sonra bindi trene diyorsun, “yangın gibi bir şeydi” diyorsun. Düzeltiyorsun sonra Müştak Baba; “yangın” yetersiz, “alev” diyelim; daha yakışır diye düzeltiyorsun. Tanyeri gibi, sabah gibi diyoruz… Aferin, aferin diyorsun bize.
Hemen koştum sonra diyor. Şaşkınlığı geçince babası düşüyor aklına. Hat boyunca koşuyor. El sallayacak babasına. Uzun, upuzun bir düdük… Tren hareket halinde iken yakalar, yakalayabilir ancak Boşnak Hüseyin’i. Uzun uzun düdük çalar yine babası. Eve koşar bir solukta, anasını ağlar bulur. Boşnak Hüseyin Mustafa Kemal’i İstanbul’a götürmededir…
***
Müştak Baba, güzel gönüllü adam, güzel güzel anlatıyor. Trene, Boşnak Lütfü’ye, Soyadı Yasası çıktığında kendisine “Eren-us” soyadını veren Türkçe Öğretmeni Şemsettin Talip (Diler)‘e, yine Mustafa Kemal’e ilişkin birbirinden güzel yaşam kesitleri, öyküler etkileyici yaşam kesitleri, öyküler aktardı birbiri peşisıra coşkuyla…
Ama şu öyküyü de bu yazıya koymalı:
Yine trende geçiyor olay; ama Boşnak Lütfü’nün treninde değil. Yemekli vagon çalışanları, garsonlar, komiler, burada kurulu bir hamakta dinlenirlermiş. Kemal Paşa giriyor bir kezinde salona. Yorgun… Doğru hamağa!.. Aşçı yamağı çocuk düşünde görmediğini başında görünce fırlıyor yataktan. Elini dudaklarına götürüp “sus” diyor Paşa. Kalk!.. Ocağın başına geçiyor. Tava istiyor, sonra yağ, yumurta. Kır diyor yumurtaları. Yağda yumurta çekmiş canı. Kimse duysun, “tören-teşrifat” olsun istemiyor. “Bizden bir adamdı” diyor komi arkadaşı küçük Müştak’ın.
***
Anılarından bir demet sunduğu, Kör Beyazı Sordu (Akis Yayınları, Ankara 1991, 176 sayfa) yayımlandığında, Yazın Dergisi’nde kitabı tanıtan yazısına “Sıcak bir somun gibi” adını koymuştu Tanilli. O şimdi, bir şiirinde yazdığı gibi geleceğe oturanların ortalığı kuşattığı dünyada, yüreğini “kırmızı bir gül gibi” yarınlara, geleceği kuranlara sunuyor. Yaşlılığın kerevetinde “has emek”ler verilerek “hak edilmiş” bir yaşamın ve yaşamanın insanca güzelliğiyle… Müştak Baba, Sevgili Müştak Erenus, bilmeyen ne bilsin sizi / bilenlere selam olsun…
Bir not: Sevgili Müştak Erenus, bu yazımızı gördü (Anadolu Ekini, S. 31. Şubat 2000). Okudu, sevdi, sevindik. Şimdilik dünyayı bize bırakıp gideli (Şam 1915 – İstanbul 5 Kasım 2002) o “has” adam, ülkemiz kadar, raylar da bir kez daha yalnızdır. Şiirimizin yalnızlığına eklemlenmiştir yalnızlığı. Yeniden selam olsun sana, sevgili Müştak Baba; “Müştak Çocuk” selam olsun !..
1920 Eskişehir İstasyonu. Yani Müştak Baba’nın Babasının, Boşnak Lütfi’nin Eskişehir İstasyonu!..
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan