Kara tren gelmez m’ola… TCDD Açıkhava Buharlı Lokomotif Müzesi taşındı…
Ankara Garı’nın Celal Bayar Bulvarı’na bitişik arazisinin bir bölümü üzerinde 1991’de açılan TCDD Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi taşındı! Geçtiğimiz yılın sonunda bir demiryolcu yönetici arkadaşımızla yeni Ankara Garı yapımı üzerine söyleşirken bu Müze’nin (lokomotiflerin) kaldırılacağı haberini almıştık. Trenlerin TCDD Behiç Bey İşletmeleri‘nin bulunduğu alanda bir yere çekileceklerini, orada oluşturulacak yeni müze yapısında sergileneceklerini söylemişti konuşmamız sırasında.
Geçen yılın Aralık ayı başında (5 Aralık) müzedeki karatrenler (buharlılar) topluca Behiç Bey’e, oradaki spor sahası yanına, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) silolarına bakan yeni yerlerine taşınmışlar. Buraya kadar derli toplu bir bilgi edinemediğim için, bu değerli mirasın başına kötü bir şeyler gelebileceği kaygısıyla (!) yine o demiryolcu arkadaşımızı aradım. Ona ulaşıncaya değin kime sorduksa tıs çıkmadı. Amir memur, ilgili ilgisiz kimsenin haberi yok, koca müzenin taşındığından… Hiç olmazsa dedim, kentin ve ülkenin kültürel belleğine karışmış böylesi bir müze, yeni yerine kaldırıldıktan sonra giriş kapısının olduğu yere bir açıklayıcı “not” yazılsaydı. Dahası, hiç taşınmasa da kente ve kentliye yakın bu eski yerinde korunarak kalsaydı, kalabilseydi… Yorgun ve yaşlı trenler, belli ki yolculukları bitmemiş yeni bir yolculuğa çıktılar. Ya, TCDD’nin internet sitesinde bu müze hâlâ eski konum ve konuşlanmasıyla duruyor!
Foto: TCDD Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi Taşındıktan Sonra
İşin bu yanı orda dursun. Duydum ya taşındıklarını, koruma altında olduklarını, hemen gidip eski TCDD Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi’nden kalanın fotoğraflarını çektim. Belki gerekir bir yerde diye. Bugün de aylardır memleketçe beklediğimiz yağmurun ilk serpintileri düşerken Marşandiz’de 2. İşletme Genel Müdürlüğü bahçesindeydik (24 Şubat). Koşar adımlarla buharlıların yerleştirildikleri alana doğru yöneldik. İlk trenin karaltısını sezip gördüğümüzdeki sevincimizi yaşayan bilir. Kışı görmeden yaza durmuş mevsimin en güzel yağmuruyla yıkanan buharlıların fotoğraflarını çektik hemen…
TCDD Açıkhava Buharlı Lokomotif Müzesi’nde sergilenen, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hizmet veren ayrı cins ve markada on buharlı lokomotifle vagon, kömür vinci, su pompası… belli bir düzen içinde yerleştirilmiş, ardısıra yapılacak düzenleme ve işleri bekler durumda bizi karşıladılar. Lokomotiflerin eski yerlerinde başlayan yıpranmışlığı bu taşınma ardından üst düzeye çıkmış gibi göründü gözlerimize. Dökülüyordular açıkçası! Markizleri (makinist yeri), ocakları çöplüğe dönmüş, alet edavat, plaka tabela nesi var nesi yoksa çalınmış götürülmüştü. Tüm bu buharlıların a’dan z’ye çok ciddi bir bakım ve onarımdan geçirilmesi gerekiyor. Derli toplu ve güven verici bu yeni müze yerinde duldaya çekilen lokomotiflerin beklediğimiz gibi baştan sona onarılacağı haberini de bugün aldık aynı arkadaşımızdan (25 Şubat). Umalım, Müzenin açıldığı yıllarda bastırılan bir tanıtım broşüründe denildiği gibi, yeni yerlerinde (müzede) dinlenmeye çekilecek buharlı lokomotifler (karatrenler) dün olduğu gibi, bundan sonra da yolculuklarını sürdürsünler. Sırtlarında taşıdıkları kültür ve tarihsel iz ve birikimi ziyaretçileriyle paylaşarak yarınlara yürüsünler…
Yine umalım ve dileyelim ki, gerekli temizlik, bakım ve onarım işlemleri tamamlandıktan sonra “yeni” müzenin izleyicileriyle buluşacağı yeni açılış töreninin haberi duyulsun! Bu müze açıldığı yıl, bir yazı yazmıştım: “Şiirini Yitirmiş Trenler…” Müze alanında kendilerine ayrılan yerlerde artık birer siyah-beyaz fotoğrafa dönüşmüş bulunan buharlılardan yansıyan hüzünle. Artık yalnızca anılarda ve kültürel bellekte yaşayan bu raylarına kilitli trenlerin yazıya taşıdıklarıyla… Onca yıldan sonra, şimdi bakıyorum da şiirini yitiren, trenler değil bizdik, biz insanlar… Dün de bugün de… O şiirli trenlerse tüm anı ve çağrışım yükleriyle şimdi olmayan istasyonlardan istim almayı sürdürüyorlar belleğin ve duyarlığın hat boylarında…
Bunun içindir, sözünü ettiğim eski yazıyı, yazılmasına esin olan lokomotiflerin gözümüzden ıramasıyla eşzamanlı olarak yeniden okurla buluşturmak istedim.
Ü.S. 24 Şubat 2014, Ankara.
Foto: Buharlı Lokomotifler yeni yerinde
ŞİİRİNİ YİTİRMİŞ TRENLER
Demiryolunun bir başından girip, bir başından çıktığı bir dönüşün içindeydi “Nahiye”miz. Treni hep Ankara yönünden gelirken anımsıyorum. Kayseri yönünden de gelmez miydi? Gelirdi elbet. Ama sanırım evimizin ve ilişkilerimizin bulunduğu yan o yön olmalıydı. Evimizin yeri de buna uygundu: İstasyona bakan bir tepedeydi ev. Ankara yönünden gelen tren, Kanlıca‘dan bu yana sarkınca, Ördelek Köprüsü‘nün burnu dibine varmadan dumanı görünürdü önce. Sonra, dağlarla köprünün kavuştuğu köşeden kulaklı bir lokomotifin çektiği Kayseri Ekspresi görünürdü. Dönüşünü hafif sağ yanına yatarak bitirir, süzülürdü köye doğru. Tepeyi döner dönmez, lokomotifin burnu görünür görünmez başlayan bir uğultuyla birlikte… Bu sese uğultu da dememeli: Katarın kaslarının, pistonlarının, çelikten ve demirden yapılma yürüyen şehri çeken hareket ve canlılık odağı lokomotifin yaydığı bir müzikti bu. Çelik tekerleğin çelik raylarda çıkardığı mırıltıyla da beslenen özgün, özgün olduğu kadar da etkileyici bir kayma sesiydi. Tren, o dönüşten istasyona varmasını sağlayacak son dönüşe kadar bağların, bostanların kuşattığı, tatlı bir eğimle süren üç-dört kilometrelik dümdüz yolu, hep böyle büyülü bir kayma sesiyle koşardı. Hala kulağımdadır o ses.
İkinci dönüşe yaklaşırken yavaşlıyor, süzülüp nazlanıyor, sonra tırısa kalkmış atlar gibi belli bir hızı koruyarak hemzemin geçidi aşıp makasa yöneliyordu. İstasyonla karşı karşıya duran dedemin (annemin babası) iki katlı evi önünde yakalanırsam orada; değilse, zaman yetişirse makasa koşarak orada yakalıyordum treni. Her treni görürdü dedemin evi.
Makasçı Saadettin Amca komşumuzdu. İri göbeğinin öne ağdırdığı gövdesini devirmemek için geriye kaykılır gibi, bir ayağı hafifçe ilerde, yeşil kadifeden bayrağını tutardı katarlara. “Yol senin, geç” diye. O, salına süzüle geliyor sandığım tren makasçı kulübesinin önünden öyle bir geçerdi ki… Dünya sallanıyor sanırdım. Boyumdan uzun dev tekerlerinin çelik parıltılarıyla, al görmüş boğa gibi soluyan dev cüssesi, tören kıtası askerleri gibi, hep parlatılmış pirinç kuşaklarıyla, yanık kömürle yağ karışımı kendine özgü is kokusuyla… göz açıp kapamaya kayardı önümüzden… Peşinde koşturduğu vagonların raylarda çıkardığı tirik-trak, tirik-trak, tirik-traklarla… İstasyonda birazcık soluklanır, terli atlar gibi burnundan solur solur, sonra akar giderdi Kayseri’ye doğru… “Gazete… gazete” diye çırpınan köy çocuklarının arasından.
Son vagonu da uğurlayan Saadettin Amca, tren henüz istasyonu terk etmeden yeşil kadifeden bayrağını (bir de kırmızısı vardı) özenle kıvırır, sarar, tahta sapı dışarıda kalacak biçimde deri kılıfına koyardı. Sonra diğerinin yanına, kulübe duvarına, her zaman ki yerine çaprazlama asardı. Ardından, iç erinci yüzünde okunan bir inanmış gibi istasyona ya da evine yönelirdi.
Makasçı o değil de bendim sanki! Fakılı’dan geçen her trenin, masadağların eteklerinden görünüp koşmalarıyla birlikte başlayan piston teker seslerinin, dingil tıkırtılarının köyün tekdüze ve sessiz yaşamına kattığı o müziği duymadan edemezdim.
Ne kadar yakındı, o güzel lokomotiflere Saadettin Amca. Onu kıskanırdım. Ona imrenirdim. Hep arkasında dururdum. İki adım da uzağında. Korkuturdu beni: “Rüzgârı seni altına alır” derdi. Öyle ya rüzgâr kanatlıydı o trenler, inanırdım. Saadettin Amca çoktan aramızdan ayrıldı. Hep merak ederim: Makinisti, ateşçisi bir makas geçimi sürede -şimdi yaşayıp da- altlarındaki çelikten ve ateşten yapılma uygarlık atına “yol selamet geç ” diyen Saadettin Amcayı anımsayan var mıdır? Katarın rüzgârına kapılmaktan korkan o çocuğu Anadolu’ya ilişkin anılarının bir köşesine ekleyeni var mıdır?
O lokomotifler kaldı aklımda. Savaşlarda hep komutanların adlarının kalması gibi… Fırından yeni çıkmış ekmek kadar taze, yeni alınmış iskarpin kadar cilalı, yeni yeni açılan taylar kadar çevik, boğa gibi kızgın, dağ gibi iriydiler. Süslü ve şirindiler. Belki de şiirliydiler. Sanki ateş, demir ve çelikten değil, etten ve kemiktendiler. Köyün neresinde olursam olayım, sesini duyar duymaz tüm duyularımla birden katara eklenirdim. Hangi kilometre taşı geçti, hangi bağ çubuğuna selam verdi; hangi kayısı ya da akasya ağacının yapraklarını salladı bilirdim. Nerede duman kesecek, nerede zorlanacak, nerede ıslık çalıp, çığlık atacak bilirdim. Eğer makasa ya da istasyona ulaşamamışsam tren içimden akıp giderdi.
Nasıl ölçülü, alımlı, her şeyi yerli yerine konulmuş bir güzel yapıya sahipti o lokomotifler. İlle de numarası 46 ya da 56 ile başlayan kulaklı lokomotifler. İnsan suretindeydiler sanki uzaktan yakından öyle seçer severdim. Değilse ateşçisi, makinisti ellerinde üstüpüleri, tay sağrısı okşar gibi, bütün gün, kış yaz demirden atlarını siler parlatırlar mıydı? Çok iyi anımsıyorum; o lokomotifler o insanların ekmek paraları olduğu kadar aşkları gibiydi de. Aşklar gibi onlar da ilgi istiyordu, bakım istiyordu kesin… Sadettin Amca da seviyordu onları biliyorum. Yüzünde yakınmalı bir çizgi görmedim hiç. Gülümseyerek bakardı geçen trenlere. Sayısız kez o makasta birlikte olmak için çırpındığım, nice hallerine tanık olduğum o trenlere aşıktım ben de…
Bugün bile kara yazmaların kenarına dizili, tek-tük kırmızı boncuğun güzelliğiyle etkilendikçe, o lokomotiflerin kara gövdeleri üzerindeki son derece yerinde ve hesaplı kullanılmış kırmızıları, yaldızlı ay yıldızı, güneşte balkıyan pirinç kuşakların sarmaladığı gövdenin taşıdığı estetik tadı üreten insan emeğini, yaratıcılığını, beğenisini düşünürüm.
Markasından plakasına, tekerinden pistonuna, gövdesinden kömürlüğüne, dumanından ıslığına, yaşayan hareketli heykeller gibiydi o trenler. Tren yolu kıyısında bostanını eken köylü, nasıl, çeşit çeşit bitkinin meyvenin sebzenin harmanıyla resim yapar gibi renklendirirse toprağını, bu lokomotifler de öyleydiler. Yalnızca taşıyan, götüren, çeken değil aynı zamanda da tatla ‘bakılan’dılar…
Bir iki eski kamyon dışında onlardı uygarlığın simgesi. Canlılığın, güzel, renkli düşlerin, kentlerin… anımsatıcısı ulaştırıcısı. Belki de o yüzden öyle canlı, öyle kendimize yakın; öyle sıcak ve sevimli bulurdum o trenleri. Gündüz güneşte parlayan, geceleri uykuyla yıkanan pencerelerden düşen kimi ölgün, kimi parlak ışıkların ardındaki çocuk yüzleri, asker yüzleri, sevgili yüzleriyle… telaşlı insan yüzleriyle… şenliğimizdi tren. Bir sabah o trende olmak isterdim. Arkadaşlarım uyurken, günle birlikte uzaklaşmayı düşünürdüm köyden. Gecenin içinde kayıp giden trenin köyün karanlığını bir anlığına ışıtıp, sonra bizi yine yalnız ve karanlıkta bırakmasını -hep bir kırıklıkla- sonraki treni bekleyerek unuturdum.
Babam binerdi trene. Öğretmendi. (Şimdi Fakılı İstasyonu‘na, makasa varmadan önceki son dönüşe bakan bir toprak parçasının üzerinde, Köy Enstitüsü günlerinden kalan son enerjisini de harcayarak başını sokacağı evi yapıyor! Yetmişine tırmanırken! O trenleri bir de ona sormalı!..) Ankara’ya giderdi, Kayseri’ye giderdi. Saadettin Amca’ya olduğu gibi, ona da imrenirdim, özenirdim. Tren özlemdi, kavuşmaktı. Acıydı, ayrılıktı. Bekleyişti, haberdi. Müdürdü, müfettişti. Sorguydu soruşturmaydı. Getirendi, götürendi. Defterdi, kitaptı. Sevinçti, sevgiydi. Şiirdi şarkıydı… Bir suluboya, kırmızı bir kalem, arka kapağında Sümerbank‘ın Ulus‘taki yapısının fotoğrafı olan çizgili tombul defterlerdi. İlaçtı, iğneydi, acıydı bazen. Gece yarılarında uykulu uyanmaktı… Sabah serininde, tan alacasında evin önünde ellere dökülen, yüze çarpılan suydu. Tutulan havluydu. Uğurlayıştı… Kapı çalınmasıydı sabaha doğru: Yorganlarının üzerinde oturan çocukların önlerine düşen gazeteler, dergilerdi. Oyuncaklardı kimileyin. Bu yüzden olacak, o yıllarda Türkçe kitabımızda yer alan bir şiiri unutmuyorum; Cahit Sıtkı Tarancı‘nın “Nereye bu gece vakti/ Güzel tren garip tren” diye başlayan şiirini…
Lokomotifler sonsuz güzel ve alımlı, soluk alıp veren, kimi zaman ağır, yorgun, kimi zaman tutulmaz, insan canlılığından bir parça gibiyseler; yolcu indirip yolcu aldıkları, kimi hızla geçip gittikleri, durup dinlendikleri, karşılıklı bekletildikleri (telâki deniliyordu trenci dilinde bu beklemelere) o istasyonlar da oldum olası garip yalnız, hüzün üreten yerlerdiler… Gündüzleri akasya kavak hışırtıları içinde, geceleri gaz lambaları telgraf tıkırtılarıyla terk edilmiş gibiydiler… Çocuksuz evler, öğrencisiz avlular gibiydiler. Şu canlılık anıtı katarlar önlerinden geçmese, çekilmez yerler olarak kalmışlar belleğimde Anadolu istasyonları. Trenler taşımasalar şiirlerini istasyonlara, hep öyle öksüz kalacaklarmış gibi gelirdi bana…
Bizim Fakılı (Yeni Fakılı) istasyonu da o istasyonlardan biriydi.
Kıştı. Geceydi. Delibozuk bir kar tipileyip, tozuyordu. Kapısı hep yarı-açık bekleme salonunda uyur-uyanık beklediğimizi anımsıyorum. Sonunda binecektim trene! Titriyordum. Kayseri’ye gidiyor olmalıydık. Yer yer içine çökük, gümüş yaldızla boyalı sobanın çeperini kızartan ateş içimde yanıyor, alevi titreyen gaz lambasına baktıkça gözlerim kapanıyordu.
Karla kaplı rayları ışık ışık tozutarak geldi tren. Sıcak bir buhar bulutunun içinde kaldık. Lokomotif aralıklarla “tak.. tak..tak..tak” diye soluklanıyor… Arkada uykulu sessiz vagonlar. Bıraktım kendimi buhardan bulutların üstüne. Gidiyor muyuz, duruyor muyuz bilmiyorum. Pufupufu… pufupufu… Uzayıp gidiyor gecenin ve bozkırın içinde, yalnızca bu ses, bir de teker tıkırtıları… Tahta sıralar… Oturduğumuz bölmenin ortasında, çılgınca dönen bir yerkürenin üzerindeyim şimdi. Üstünde okyanuslar, kıtalar, ülkeler… Bölmenin döşemesine çakılmamak için çırpınan hasta çocuğu, tren sevdalısı o ateşli hasta çocuğu bugün gibi anımsıyorum. Boğazköprü İstasyonu‘nda, Erciyes‘in yüzümü yalayan soğuğu ile uyandığımda: Babam, “sayıkladın” diyordu.
Şimdi burada (TCDD Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi‘nde) kımıltısız duran, içimdeki çocuğun güzel dostları lokomotifler, sadece şiirlerini yitirmekle kalmamışlar, en az ıssız Anadolu istasyonları kadar hüzün üretiyorlar. Hani eski bir tanışı, dostu, sevgiliyi… görür de afallar ya insan, burada da öyle… Bir zamanlar soluğunu insanın soluğuna katmış bu demir atlar, 130 yıl boyunca Anadolu’nun bağrını arşınlamış güzelim lokomotifler, adı kara’ya çıkmış trenler, öylesine garip duruyorlar; insanlarını arıyorlar… Buharları, dumanları yoksa da, düşte bir yolculuğu çekiyorlar; çocukluk dünyanızın bozkırlarında denizlerinde gezdiriyorlar sizi. Dinleyip de unuttuğunuz bir masal gibi, kulağınıza çok eskilerden bir zamanı eliyorlar… (Anadolu Ekini, Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, 15 Mayıs 1991, Sayı: 13)
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan