Ankara’daki İlkokullarım-1
OKUL ÖNCESİ
1943 doğumluyum. "Okumak-Okul-Öğrenim-Millî Eğitim vb." gibi kavramlarla tarihleyebileceğim ilk ilişkim, 23 Aralık 1947’de başlıyor. O tarihte, Ulus’taki "Hal"in Posta Caddesi (1960’dan sonra Şehit Teğmen Kalmaz Caddesi) tarafındaki merdivenlerinden inildiğinde sağdaki ilk çıkmaz sokakta (Gonca Sokak, şimdilerde ne bu sokak ne de evleri var, bitişiğindeki dükkânların deposuna dönüşmüş durumda.)oturuyoruz.
Bir akşam karanlığında annemin elinden tutup giderek, Ulus Meydanı’nın, şimdiki Ulus İş Hanı köşesinde yer alan Maarif Vekâleti (eski Dar-ül Muallimin) binasının, itfaiyecilerin tüm çabalarına karşın cayır cayır yanışını, tam karşısından izlediğimizi net bir şekilde anımsıyorum. O tarihi bina, bir süre o hâliyle bırakıldıktan sonra 1955’de Ulus İş Hanı’na dönüştürüldü. Sebze-Meyve Hali’nin Posta Caddesi tarafından girişinin sol köşesinde, şimdilerde Aysantaş adlı ticarethanenin bulunduğu yerde, o zamanlar Mahmut Nedim’in kırtasiye dükkânı vardı. Pergel takımları, suluboya ve renkli kalem kutuları, kenarları renkli ve ciltli ticari defterlerin yanı sıra bir de minicik terazi, en çok ilgimi çekenler. Posta Caddesi’nde geçtiğimiz yıllarda esrarengiz bir şekilde yanan Modern Çarşı’nın şimdilerde açık otoparka çevrilmiş yerinde, o zamanlar Ankara’sının önde gelen eğitim kurumlarından Devrim İlkokulu bulunuyor.
Zarif demir parmaklıklarla çevrili bahçesinde akasya başta olmak üzere birçok gölgelikli ağacın olduğu, tek katlı, biblo güzelliğinde bir bina olarak aklımda kalmış. Benden bir yaş büyük olan kuzenim orada okula başlıyordu. Ben ise aklım evimize de çok yakın olan Devrim İlkokulunda kalarak, babamın "Doğu Görevi" nedeniyle bir yıl sonra Sivas’ta, şimdilerde yerinde bir park bulunan İsmetpaşa İlkokulunda "okullu" oluyorum. Bentderesi ile Anafartalar caddelerinin kesiştikleri noktadan Hacıbayram yönüne giren Güvercin Sokağı’nın köşesindeki gazeteci büfesi, belleğime yerleşmiş önemli noktalardan bir başkası. Zira o büfede, 23 Nisan 1945’den itibaren yayın hayatına atılan Doğan Kardeş Dergisi satılıyor. Okula başlamadan çok daha önceki yıllarda büyük harflerle de olsa okumayı öğrendiğim için bu dergi çok ilgimi çekiyordu, bu büfeden edinilen "Doğan Kardeş"i hemen her hafta teyzezademle birlikte âdeta hatmediyorduk.
AOÇ ONUNCUYIL İLKOKULU
(1950-51 ve 1951-52)
İlkokul birinci sınıfı Sivas’ta tamamladıktan sonra, babamı orada bırakıp annemle Ankara’ya dönüyor ve Saymakadın (ya da Saimekadın) Bahçelerüstü’nde önce tek, sonra iki katlı, meyve ağaçlı ve büyük bahçeli, müstakil evimize yerleşiyoruz.
Bu evimizde ilk birkaç yılı, elektriksiz (Geceleri gaz lambası ışığında ders çalışıyorum.) ve susuz (İçme suyu, eşekle Elmadağ suyu taşıyan sakalardan, kullanma suyu ise kuyulardan ve yaz aylarında belediye arozözlerinden karşılanıyordu.) geçiriyoruz.
O zamanlar sadece 40-50 evden oluşan bu büyük yerleşim yerinin tüm çocukları gibi ben de AOÇ’de tam gün eğitim (1950-51 ders yılına ait "Bilgi Eğitim ve Devam Karnesi"nden, okulun 8.40’da başlayıp 11.50’de öğle tatiline girdiğini, öğleden sonra 12.55’de başlayıp 14.50’de sona erdiğini anlıyoruz.) veren Onuncuyıl İlkokulunun 2/A sınıfına, 183 numaralı öğrenci olarak kaydoluyorum.
Okula, mahallemizin çocuklarıyla birlikte, büyük sınıflardaki ablaların denetiminde, banliyö treni ile gidiyoruz. Ablalar, biz tıfıllara "göz-kulak" oluyorlardı. Tren saatlerinin o yıllarda da aynı olduğunu anımsadığım "1.6.1963 günlü Tren Tarifesi"ne göre, 7.35’te Saymakadın’dan trene binip 8.19’da Gazi’de oluyor; o zaman için bizlere çok uzun gelen istasyon-okul arasını hızlı adımlarla alıp 8.40’da ilk derse yetişiyoruz.
Okulumuz 14.50’de bittiği hâlde, şimdi lokantaya dönüştürülmüş o güzeller güzeli Gazi Tren İstasyonu’nda bekleyip, 15.39 treni ile 16.29’da Saymakadın’da oluyorduk. Katarımız 20 dakika kadar Ankara Garı’nda duraklarken, hâlen de çeşmesinden su akan istasyon çeşmesinden su içmek, harçlığımızdan artakalanlarla "büvet"den bir şeyler almak, gelecek lokomotiflerin numaralarının 46.000 ile mi, yoksa 56.000 (bunlar daha hızlı) ile mi başlayacağına iddialaşmak, kompartımanlarda "yutturmam", "el kızartmaca" ve "bulmaca oynamak" ya da okul şarkıları söylemek, yolculuk ve beklemeler sırasında başvurduğumuz vakit geçirme yöntemlerimizdendi.
O tarihlerde banliyö trenlerinin, İstanbul’un Anadolu yakasındakileri aratmayacak güzellikte yolcu vagonları vardı. Üçüncü mevkilerin oturacak yerleri sarı tahtadan, İkinci mevkilerin yeşil tahtadan yapılmıştı. Oturacak yerleri daha geniş olan birinci mevkiler ise kırmızı koltuklu ve de rahattı. Bu üç mevkide seyahat ücretleri farklıydı. Biz öğrenciler genellikle üçüncü mevki tren pasosu kullanıyoruz. Babaları TCDD’de çalışanlar, ikinci mevki pasolarını (ya da kart deniyordu o pasolara) galiba ücretsiz ediniyorlardı.
Okulumuz 1933’te Cumhuriyetin 10.yıldönümü nedeniyle Atatürk tarafından yaptırılmış, o gün için Ankara’nın öğrenim kalitesi yüksek olan ilkokullarından. Sınıf öğretmenim Reha Yıldız’a çabuk ısınıyorum, ne yazık ki Reha öğretmen rahatsızlanıyor ve ikinci dönemde yerini Beria (ya da Bedia) Odyak’a bırakıyor. Üçüncü sınıfta ise Şerife Niron öğretmenin öğrencileri oluyoruz.
Bir "Hayat Bilgisi" dersinde, erkek öğrenci olan bana, kahve pişirmenin aşamalarını sorup, bilemeyince de kulaklarımı çekip notlarımı kıran Şerife öğretmeni hâlâ unutamadım. İçimdeki buruk bir anı işte…
Başöğretmenimiz (O tarihlerde müdür yok, başöğretmen vardı.) Can Bora. 1951-52 ders yılında 3/A’da iken, bir ilkokulun "kardeş" seçilen sınıfına gönderilmek üzere tarafımdan kaleme alınıp, annemce düzeltildiğini sandığım pembe pelür kâğıdındaki tanıtım yazısına göre, o yıl itibariyle Ankara’da 4’ü tam gün, kalanları çift tedrisatlı olmak üzere 30 ilkokul, ayrıca 5 lise ve 6 ortaokul var.
Bu bilgileri kendim uydurmuş olamam; ya okuldan almışımdır ya da annemin bildiği rakamlar olmalı… Üstelik bu mektup öğretmenin onayından geçerek postalandığına göre "doğruluğu denetlenmiştir" diye düşünmekle birlikte, bu sayılar yine de düşük gibime geliyor.
Sınıf arkadaşlarımdan Cahide Şipal,Özcan Genç ve Mebrure Özdemir ile aynı mahallenin çocuklarıyız. Nevin ve Yıldız Akman’ın TCDD’nin Ankara Garı’ndaki lojmanlarından, Mustafa’nın
Kurtuluş’tan, Aziz ile İlyas’ın ise Macunköyü’nden geldiklerini, Coşkun ile daha sonraki yıllarda Atatürk Lisesinde de sınıf arkadaşım olacak Ömer Gürses’in babalarının AOÇ İşletmesi ile Bira Fabrikası’nda çalıştıklarını hatırlıyorum.
Okula Yemek Götürmek ve Karnaval
Biz uzaklarda oturanlar, evlerimizden getirdiğimiz, üzerlerinde okul numaralarımızın yazılı olduğu torbaların içindeki sefertaslarında bulanan öğle yemeklerimizi "döke saça" yiyoruz. Evden getirdiğimiz yemeklerimizi, üst kattaki yemekhanenin Adile Naşit tontonluğundaki müstahdemine teslim ederdik. O hanım, ısınacak yemekleri öğle tatilinden bir süre önce ılınmaları için kuzinelerin üzerine dizer; bizler de öğle teneffüsü zilinin çalması ile beraber koşa koşa üst kata tırmanıp yemeklerimizi alır, genellikle 5. sınıflardan seçilmiş bir "masabaşı" abla ya da ağabeyin (Bizimki Onur ağabeydi.) nezaretinde, onar kişilik masalarımızın taburelerinde, önceden belirlenmiş yerlerimizde oturarak bitirirdik. Öğle yemekleri, böylece bir karnavala dönüşürdü. Öğle tatillerinde okul bahçesini terketmemize izin verilmezdi, bir avuç öğrenci (Sınıfımızın 31 kişi olmasından, öğrenci sayısının bugünkü Anadolu Liseleri ve özel okulların öğrenci sayısına denk olduğu anlaşılıyor) "güle oynaya" vakit geçirirdik.
Hokka ve Divit
Şimdi gençler "hokka ve divit" sözcüklerini duyunca, zihinlerinde bir şey canlanıyor mu? İşte, zaman zaman döküp saçtığımız bir başka şey de hokkalarımızdaki mürekkeplerdi. İlkokulun hangi sınıfındaydı, bilemiyorum; ama haftada bir gün, Türkçe derslerinin bir saati "yazı" dersine ayrılırdı. O derste kareli defterlerimize, harfleri doğru bağlanma yerlerine göre yerleştirerek yazmaya çalışırdık. Bu işlem için evden çeşitli "uç"lar getirip "divit"imize raptettikten sonra, hokkalarımıza batırarak güzel harfler yazardık. Güya mürekkebi dökülmeyen hokkalarımızı, annelerimizin özel olarak ördüğü yün filelerimizde taşırken, havada kolumuzla çevirme yarışına giriştiğimizde de ne üstümüz kalırdı ne de başımız.
Yerli Malı Haftaları
Okulun üst katındaki yemek salonunun pencerelerine siyah perdeler çekilerek 10 Kasım günlerinde Atatürk filmleri; sağlık haftalarında, vücudumuzun mikroplarla savaşına ve beslenmeye ilişkin filmler; Yerli Malı Haftalarında (Okullar açıldıktan kısa bir süre sonra "Yerli malı, yurdun malı/ Her Türk onu kullanmalı!" sloganıyla kutladığımız (Yerli Malı Haftası dört gözle beklediğimiz iştah şölenleriydi, Yerli malı kullanmanın yanı sıra, tasarruflu olmanın da öğretildiği bu haftalardan geriye kalan bir başka nesne de kısalan kalemlerimizi içine yerleştirerek kullandığımız uzatma çubuğumuzdu.) bu konuyla ilgili 8 mm ve 16 mm’lik filmler gösterilirdi, "sinema oynatılması"nı heyecanla bekler ve zevkle izlerdik.
Hayvanat Bahçesi
1951 ya da 1952 yıllarından birinin soğukça bir kış gününde, Hayvanat Bahçesi’ne Hindistan ya da Pakistan’dan hediye edildiği söylenen "Mohini" adlı fili ve sırtındaki kırmızı örtünün üzerine oturup, kocaman kulaklarının arkasına dayadığı çıplak ayakları ile onu idare eden bakıcısını, Gazi
Tren İstasyonu’nun ikinci peronunda bir yük vagonundan karşılayıp Hayvanat Bahçesi’ndeki yeni mekanına kadar tören yürüyüşü ile arkasına takılıp gidişimizi, aynı seremoniyi kısa bir süre sonra bu kez "Azadi" adlı fil için yinelediğimizi çok net anımsıyorum. İstasyon ile Hayvanat Bahçesi arasında yolcu taşıyan körüklü ve süslü faytonlar, keza unutamadığım AOÇ dekorlarından; AOÇ sütü, tereyağı ve hele hele dondurması da unutamadığım AOÇ lezzetlerindendir. Bir de halen neden restore edilmediğine ve çöküp gitmesine davetiye çıkarıldığına şaştığım, sonradan yapılan iğreti "köfteci, kokoreççi" dükkânlarının karşısında yer alan ve tarihi olduğu söylenen "hamam"ın, okula geliş-gidişlerimizde bahçesinden ya da kapısından girip, sonra da "Periler geliyor !!!" çığlıkları ile çil yavrusu gibi kaçıştığımızı hatırlıyorum.
Hayat Bilgisi ve Geziler
Hayat Bilgisi derslerinde işlediğimiz konulara göre Bira Fabrikasına, postaneye, Gazi İstasyonu’na, AOÇ fidanlık ve seralarına, Süt Fabrikasına, Marmara Köşkü ve Havuzu’na geziler yapar, okula dönüşümüzde de görüp öğrendiklerimizi anlatır ya da yazardık. "Ünite"lerimize yardımcı yazılar ve ilave bilgiler içeren "dergi"lerimiz vardı. "Sınıf Bilgisi", Hayat Bilgisi", "İlkokul" gibi değişik adlarla yayınlanan bu dergiler merakla beklendikten sonra ayda bir çıkagelir, özenle korunarak içlerindeki sorular yanıtlanır, problemler çözülürdü.
Saklamayı Başardığım Kitap ve Dergilerim
Bugün basılan kimi kitapların basım tarihlerinin bulunmamasına karşılık, bu dergilerin basım tarihlerinin "gün-ayyıl" olarak bulunması şaşırtıcı… 3. sınıfta okuduğum "Sağlığımızı Koruyalım" konulu Sınıf Bilgisi’nin 18 Şubat 1952 tarihli ve 2. sınıftan kalan "23 Nisan Bayramı" konulu Hayat Bilgisi dergimin ise 16.4.1951 tarihli oldukları, iç kapaklarında matbu olarak yazılı. Bu arada, bir önceki yıl Sivas’ta İsmetpaşa İlkokulunda iken okuyup bitirdiğim, 35 kuruş ederli ve 1945 basımı o eşsiz "ALFABE"min, halen kütüphanemin en değerli kitabı olduğunu da eklemeliyim.
İltekin İlkokulu
1952-53 ders yılından itibaren mahallemize yakın semtlerde de ilkokullar açılması ve Onuncuyıl İlkokulunun yöre çocuklarına yetmemesi üzerine, 4 ve 5. sınıfları, Cebeci’deki İltekin İlkokulunda okumak üzere istemeyerek (belki de o bir yıl boyunca elini hep kulaklarımda hissettiğim öğretmenden ayrılacağım için sevinerek) de olsa ayrılmak zorunda bırakılıyoruz. Daha sonraları öğrenebildiğim kadarıyla Ankara’daki "ilk" ilkokulumun üst katları, 1983 yılında Gazi Kız Yetiştirme Yurduna devrediliyor; okul SHÇEK’nin tasarrufuna verilip ortak kullanıma geçiriliyor. 2004 yılında ise Eğitim Dostları Vakfının girişim ve çabaları ve âdeta dokunulmaz adının da yardımı ile onarılarak, yeniden Millî Eğitim Müdürlüğüne aktarılıyor.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Savaş SÖNMEZ