Kent ve Demiryolu Menü

Kalıcı Başlantı:

Gecikmiş Bir Kitap Tanıtma Yazısı: Behiç Erkin’in Hatırat’ı

Gecikmiş bir kitap tanıtma yazısı: 

Behiç Erkin’in “Hâtırat”ı (1876-1958)

(Yayıma Hazırlayan: Ali Birinci, Türk Tarih Kurumu Yayını, III/4. Dizi – Sayı 2, TTK Basımevi, Ankara 2010. Bez ciltli, karton gömlekli, 640 sayfa, büyük boy: 17.5×24 cm, ciltler numaralı)

Yarım yüzyıldır beklediğimiz anıları yayımlandı Behiç Erkin’in…

Behiç Erkin (1876-1961). Asker, Ulusal Demiryolculuğun Kurucu Genel Müdürü, Diplomat, Müzeci, Öğretmen…

B.-ErkinHatiratkapak..jpgKimi anılar vardır; bilmeyiz, varlığından haberimiz yoktur. Durur bir yerlerde; günyüzüne çıkacağı günü bekler. Gelir değiştirir hayatımızı, yaşama-yaşanmışa bakışımızı, dahası genelkabullerimizi, kamusal alışkanlıklarımızı; dahası, akışkanlıklarımızı sarsar, ırgalar! Kimi anılar vardır; biliriz, duymuşuzdur; kimi yanlarına az-çok tanıklığımız vardır, yazı-yayın dünyasından. Bekler dururuz, birgün tümüyle elimize, masamıza ulaşacağı günü. Anıların da bekleyeni var mıdır? Bırakıldıkları ya da yitirildikleri köşelerinde ucun ucun didiklenip-tirfillendikleri; yazılmış ve bir kenara bırakılmış, en iyi olasılıkla güvenli bir ele emanet edilmiş… Öyle ya da değil; şansı varsa beridekinin de (okurun), gidenin kendisi için bıraktığı tarihsel tereke, yazınsal birikim gelir bulur onu. Bir yerde bir biçimde, çıkar gelir tarihin kuytuluğu içinden, karanlık kuyusu içinden. Sarar-sarmalar, ışıtır-şaşırtır okuyanı. Uyarır, acıtır, derleyip-toparlar hem; bildiklerimizi, bilmediklerinizi. Irgalayıp sarsar, sorar. Yeni bir eşiğe, bakış, kavrayış ve duyuş kapısına taşır okuru, bizi. Sorgulatır yaşamı bir karede, bir tümcede; ve yaşanagideni baştan sona. Tersi de olmaz mı? Bin nedenle kızdığımız, bir türlü ısınamadığımız. Kapağını kapatıp bir yana bıraktığımız. Sonra, başka bir zaman ve eşikte yeniden alıp elimize, kimi altını, kimi üstünü (!) çize çize okuduğumuz. Kendi bakış eşiğimizden, birikim dağarımızdan beslenen bir ölçü ve tartımla (dünyaya bakışla) not verdiğimiz, notlar aldığımız… Öyle ya da böyle, tarihin g-örülegiden yapısının duvar taşlarını tutan harçtır anılar. Neyin neyin üstünde dikeldiği, duvarı tutanın, çatıyı örtenin ne olduğu anılarda saklıdır çoğun. Bu yüzdendir ki, nice sonra da olsa; “Hâtırat”ı yayımlayan Türk Tarih Kurumu adına yazılan “sunuş”taki (Takdim) “En kötü ya da değersiz hâtırat, yazılmamış hâtırattır.” Saptaması çok yerindedir.

Tarihin kendi büyük kaydı tutulurken aradan kayıveren, gözden ırayan (gözardı edilen) insanın, yani, tarihin bu asıl öznesinin söyledikleri, tanıklık ve değerlendirmeleri genellikle bu büyük akışta gölgelenir, türlü gölge altında kalır. Gölgede tutulur dahası! O yüzden anılar yazılmalıdır; yazılmalı, yayımlanmalı; tarihin yapılması süreci içinde, insanın kendi öz(n)el tarihinin dosyaları da tutulup bir yana konulmalıdır. Ki gerçek; yaşanagiden, salt kuru belgelerin, tozlu dosya yığınlarının içine kilitlenip kalmasın. İnsanın dramı ve trajedisinin örüp-örgülediği, içten tanıklık ve yaşanmışlıklarıyla dışavurduklarına kayıtsız kalmasın insanın ortakbelleği. Anı arkeolojisi en çok bunun için gereklidir. “Sunuş”ta vurgu yapılan resmi belge ve kaynakların devletin sesi, anıların ise yurttaşın sesi ya da ‘karşı taraf’ın sözü-söyleyeceği olarak görülebileceği önermesinde olduğu gibi. Bu, “Bir bakıma insanoğlunun sesinden de” sözetmektir. O “ses”e eğilmekten, kulak vermekten…

Dolayısıyla, tarihsel gerçek (esin, ders ve deneyim), her “iki yan”ın yazıp-söylediğinin; resmi ya da resmi olmayan bu soydan belge ve kaynakların bileşim ve bireşiminden çıkacaktır. İşte burada, anıların ya da kitabımızın adıyla “Hâtırat”ın insanın tarihsel yolculuğunun temel kerterizlerinden biri ve belki de başlıcası oluşu (öyle ya, yazıyor ve bırakıp gidiyor insan!..) gerçeği bir kez daha berraklaşıyor. Tam da bu nedenledir ki, “anılara insani bilginin tarihin kütüğüne geçirilmesi” gözüyle bakabiliriz. “Yazılan her hâtırat, zamanın elinden kurtarılmış insani bilgidir.

***

Yıllar önce, Devlet Demiryolları Müzeleri Yöneticisi, eşim Servet Sarıaslan‘la birlikte, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi‘nde Behiç Erkin’in terekesine ayrılan bölümde çalışanları ziyaret etmiştik. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü‘ne (TİTE) bırakılmış olan belge, kaynak ve müzelik gereç burada korunuyor, dökümlendiriliyordu. Behiç Erkin’in TİTE’ne ve kimi diğer kurumlara bırakılmış (kalmış), anılar başta olmak üzere, kişisel gereç ve diğer anılık eşyası-efemera-nın ne durumda olduğunu sormuştuk. “Behiç Erkin Kataloğu” için çalışıyorlardı, sayısı binleri bulan bir terekeden söz ediliyordu. Prof. Dr. Ünsal Yavuz‘ın sorumluluğundaki asistanlardan edindiğimiz ilk bilgiye göre, katalogların 6. cildi tümüyle TİTE’ye bırakılan belge ve gereçleri kapsayacaktı. Büyük bölümü TİTE’ye, kalanı kimi diğer kurumlara bırakılan bu tereke, konunun gerektirdiği yol ve yöntemle bitirilip-başa çıkarıldığında; tarihe ve topluma sunacağı tüm bakış ve bilgi varsıllığı yanında, bütün bu ufka koşut, dev boyutta bir “Demiryolu belgeliği” de ortaya çıkacağını düşünerek, DTCF mezunu, demiryolu müzecisi eşimle çok sevinmiştik. Niye ki, Behiç Bey’in 1928’de yayımladığı ve “10 No’lu Tamim” diye adlandırılan bildirisi, salt demiryolu müzeciliğimiz için değil, genel müzecilik tarihimiz açısından da temel bir belgedir. Demiryolu özelinde, çağdaş ölçütlerde bir müze kurma ve müzecilik anlayışını rayları üzerine yerleştirmeye yönelik bu ilk girişim, ister istemez bir başka “Tamim”i akla getiriyor. O da Atatürk‘ün müzecilik ve müze kültürünün yerleşip-yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla; 1935’te Dolmabahçe’de Afet İnan ile Hasan Cemil Çambel‘e yazdırdığı 10 maddelik, o ünlü “emir”dir. (Bkz.: Ü.S. Cumhuriyet’in Mimarları, Otopsi Y. İst. 2004 içinde). Bütün bunlar bellekte uçuşurken, o gün edindiğimiz izlenimleri Behiç Erkin‘in 40. Ölüm yıldönümünde, kendisini anlatan bir yazıyla değerlendirmeye çalışmıştım.

***

Türk Tarih Kurumu’nun bu kaliteli baskısı ve baskı gereciyle (kağıdı, cilti, cilt gömleği) tarihe tanıklık eden bu soydan belge ve kaynakların, tarih disiplininin kural ve ilkelerine uyumlu bir biçimde hazırlanıp okura sunulmasını sağlamakla doğru ve tarihsel bir görev yapmıştır.

Behiç Erkin, bu, Cumhuriyet’in mimarları arasında kendine özgü seçkin bir yeri ve izi olan adam, etkisi ve esiniyle bugün de yaşamımızı adlandırıp-anlamlandırmada; geleceği kurup-kurgulamada bir tarih kürsüsü, ve varsıl bir yaşanmışlık anıtı olarak, anıların sedirinde ışımaktadır.

Behiç Erkin’in “Hâtırat“ı 8 bölümden oluşuyor. Kitabın başında TTK’nun bir sunuşu ile Kurum Başkanı Prof. Dr. Ali Birinci‘nin “Behiç Erkin’in Hayat Hikâyesi ve Hâtıratı” başlıklı bir özlü/özet değerlendirmesi, ardısıra Behiç Erkin’in “önsöz”ü yer alıyor. Sona çok yararlı bir dizin eklenmiş.

Kitabın omurgasını kuran 8 Bölüm, şu başlıklardan oluşuyor: I. Bölüm / Çocukluk Dönemi (1878 – 1892), II. Bölüm / Harbiye Mektebi Devri (1893 – 1901), III: Bölüm / Orduya İntisabım ve Sonrası (1902 – 1917), IV. Bölüm / Mütareke Hâtıraları (1918 – 1926), V. Bölüm / Nâfıa Vekilliğim (1926 – 1928), VI. Bölüm / Macaristan (1928 – 1939), VII. Bölüm / Paris Büyük Elçiliğim (1939 – 1943), VIII. Bölüm / Yurda Avdetten Sonra (1944 – 1958).

“Hâtırat”ın yayımlanma serüvenine değgin önemli soru ve saptamalarıyla yazısını sürdüren Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Binicinin, “anıların tarihin kendisi değil; çok değerli bir malzemesi olduğu” uyarısıyla başlayan şu sözleriyle noktalayalım yazımızı:

“Bu, bir bakıma şahsın tarihidir ve ferdin tarihinden cemiyetin tarihî gerçeğine yükselirken veya şahsın tarihinden hareketle asıl tarihin kendisini inşa ederken usûlünce ve yerinde kullanılması gereken hassas bir tür olan hâtırat dizisine son katılan çok kıymetli bir örnektir.”

(*)

Kitabı yayıma hazırlayan Prof. Binici soruyor: Behiç Erkin’in “Yarım asırdır TTK kütüphanesinde bekleyen hatıralarının bugüne kadar niçin basılamadığını anlamak da mümkün olmamıştır.”

Anılar içine “kanılar” da karışsa; türlü hesaplaşma ve kuru kişilik gösterilerinin yedip yönlendirmesiyle de yazılsalar; bile-isteye ya da özensizlik ve özümseme eksikliğinden tarihi “tahrif” edecek bir tavrın sularına da açılsalar, tarih yazım ve yayıncılığının kural ve ölçütleri içinde yayımlanıp (yine) tarihin değerlendirmesine bırakılmalıdır elbet. Kimseye anı yazma denilemeyeceği gibi, anı yazma dersi de verilemez ki! Kişi nasıl yaşadıysa öyle de yazar. Sorun, yazanda değil okuyanda aranmalıdır. Ama bu, anı adı verilen her metnin belli ölçüt ve değerlendirme eşikleri olan kurumlarca illa da yayımlanmasını gerektirmez doğallıkla. O konumda olan kişi, olanaklı ise kendi kitabını kendisi yayımlar. Ama böyle Behiç Erkin ve benzerleri gibi; artık yakın tarihin kurucu adları arasında yer almış, kurumlaşmış saygın bir kimlik ve kişiliğin yazdıklarının hukuksal gereklilikler dışında, yayımlanmasının bu kerte geciktirilmesi anlaşılabilir bir durum mudur? Üstelik konuya ilişkin notlarından kitabının yaşarken yayımlanmasını görmek istediği açıkça görülüyor…

Ama ne yazık ki ülkemizde işi bu olan, bu “iş”i diğer kurum ve kuruluşlardan, kişilerden daha özenli ve haktanır bir biçimde yapması gereken kurumlar da (TTK da), kendilerine düşeni yapmak; tarihin hakkını tarihe, toplumun hakkını topluma vermede beklenildiği gibi davranmayabiliyorlar. Pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da kamu yetkesi, tarihe kendi işine geldiği gibi bakmak ve gerektiğinde karışmak hakkını kendisinde görmektedir. Daha da acısı, bu alanın yetkeleşmiş insanları zaman zaman böylesi “müdahale”lere duyarsız kalabiliyor, ya da aracı olabiliyorlar. Demek ki sorun, yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi, bu konuda da değerlendirme işini okurun özümseyip-içselleştirebilmesine bırakmakta düğümleniyor. Bunun gerçekleşebilmesinin yollarını açıp geliştirmededir. Kapayıp tıkamakta değil… Behiç Erkin‘in “Hâtırat“ı da içinde olmak üzere, benzeri diğer yazı ve yayının tartışma alanımıza taşıdığı bu tarihsel ve toplumsal olumsuzluk, temelde bir kültürel gelişmişlik ve özgürlük konusu olmayı sürdürüyor.

Yakın tarihimizde, görece uzaktan; elimizi uzatsak tutacağımız kadar yakından bir baksak; nice örneği var bu yanlışlığın, kamusal köryargının. Buna sansürcülük de diyorlar; tarih adına tarihsel verileri, yine tarihin derindondurucusunda saklama da. (En çarpıcı bir örnek: Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, 80 yıl sonra ilk kez, kendi elyazısıyla, sansürsüz, Atilla Oral, Demkar Yayınevi, 1. Bası, İstanbul, Haziran 2011). Saklamak kesip-biçmekten, tümüyle yok etmekten yine de iyidir! Sağlığında basımı için gerekli parasal karşılığı kuruma sunduğu halde, Behiç Erkin gibi bir tarihsel kişiliğin Hâtırat’ı onca yıl bir köşede bırakılabiliyor. Küçücük göndermeler halinde bırakılmış olsalar da, metinde anıların yayımlanması serüvenine ışık tutan öyle anımsatma ve eleştirileri var ki Behiç Erkin’in, kendisi gibi düşkırıklığına düşmek de, niçin saşıp-şaşırdığına şaşmak da olası. Eh, tarihin yapılırken de, yazılırken de, yaşanagiderken de “reel-politik” bir yanı da olduğunu; bu yanın çoğu zaman gerçeklere, hakkaniyet ölçütlerine; Binici‘nin sözleriyle “insan”a, ağır bastığını görmek için uzman olmaya da gerek yok.

Bütün bunlara karşın, düşünceye saygıyı içselleştirmiş demokratik bir toplum olmak yolunda bu ve benzeri anıları, işin kuralına uygun bir biçimde yayımlayagelen resmi / özel kurum ve kuruluşlar, tarihin sesine insanın sesinin de katılacağı bir gelecek için umut veren kitaplar yayımlamayı sürdürüyorlar böyle.

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan