Atça İstasyonu
O zamanlar tren yolları ülkenin atardamarıydı. İçinden tren yolu geçen yerleşim yerleri şanslı sayılırdı. Yol üzerindeki her yerleşim yerinde bir istasyon ve o istasyonun çevresindeki lojmanlarında yaşayan tren yolu emekçileri otururdu. Tren yolu emekçilerinin ayrı bir dünyası vardı ve ayrı bir dil ile konuşurlardı. Trenlerin adları sefer sayısıyla dillendirilirdi. Söz gelimi; dokuz yüz altmış beş, doksan dakika rötarlı olurdu ya da sekiz yüz kırk altı Nazilli’de deray yapardı…
“O zamanlar” diye başlamıştım değil mi? 1955-1960 yıllarıydı sözünü ettiğim zamanlar. Biz Atça’daydık. Sultanhisar ile Nazilli arasında bir küçük kasabaydı Atça. Ağlayan testileri ve testi gibi ağlayan kadınlarıyla yoksul bir kasaba…
Kasabadaki bir iki zengini saymazsak, incir ve zeytinden başka hemen hiçbir gelirleri yoktu kasabalının. Sandık odaları incir kokardı. Kış gecelerinde misafirliğe gittiğimiz komşularımız incir ve kavrulmuş susam ile ağırlarlardı bizi. İncir açılır, kavrulmuş susama bandırılır ve öyle yenirdi. İncir bahçesi olmayanlar da vardı. Onlar zenginlerin Büyük Menderes kıyısındaki uçsuz bucaksız tarlalarına yevmiyesi dört liradan pamuk çapalamaya ve pamuk toplamaya giderdi. Toplanan pamuklar istasyonun yanındaki çırçır fabrikasında işlenir ve marşandizlerle bir bölümü İzmir’e bir bölümü de Nazilli Basma Fabrikası’na gönderilirdi.
İstasyondan günde iki kez posta treni ve bir o kadar da marşandiz geçerdi. Posta treninin gelme zamanı yaklaştığında istasyon canlanıverirdi. Yolcular, yolcu bekleyenler, testileri ve maşrapalarıyla yolculara su satmaya hazırlanan yalınayak çocuklar…
Posta treni hiçbir gün zamanında gelmezdi. Zaten kırk beş dakikadan az olan gecikmeler tehirden sayılmazdı. Tren daha fazla gecikecekse istasyon şefi bekleme odasındaki kara tahtaya gecikme süresini yazardı. Yolcular bu gecikmeyi tevekkül ile karşılar ve sessizce beklemeye devam ederdi. Oysa istasyonun çok yakınındaki karayolundan sık sık Nazilli dolmuşları geçerdi. Ön tarafından kol atılarak çalıştırılan burunlu otobüslerin yerini almaya başlayan minibüslere “kaptıkaçtı” denirdi o zaman. Tren ve kaptıkaçtı Nazilli’ye on beş kuruşa yolcu taşımasına rağmen, çoğu yolcu “param devlete kalsın” der ve tehirli treni beklerdi.
Tren bekleyenlerin çoğu Nazilli yolcusu olurdu. Sümerbank Basma Fabrikası Nazilli’yi önemli bir alış veriş merkezi yapmıştı. Kasabalı temel gereksinmelerini Nazilli’den karşılardı. O gün İstasyon çok kalabalıktı. Kasabalılar merakla trenin getireceği Demokrat İzmir gazetesini bekliyordu. Bir hafta önce 27 Mayıs darbesi olmuştu. Kasabalı neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Normal zamanlarda kasabaya kırk elli gazete gelir ve bunların çoğu Yeni Asır gazetesi olurdu. Yeni Asır iktidar yanlısıydı. Demokrat İzmir gazetesi ise sıkı bir muhalifti. Adnan Menderes hükumetinin başını çok ağrıtmış olacak ki, Menderes’in çapulcuları bir yıl önce gazetenin İzmir’deki binasını basmış, makinalarını tahrip etmiş ve binayı ateşe vermişti. İyi hatırlıyorum, o zaman on altı gün gazetesiz kalmıştık.
Demokrat İzmir gazetesini okuyanlar parmakla sayılırdı. Onlar da aldıkları gazetenin ilk sayfasını içe kıvırarak taşırlardı. Şimdi ise kasabaya günde 200 Demokrat İzmir gazetesi geliyor ve hepsi yarım saat içinde tükeniyordu. Gazeteci Cemil Amca, izdihamdan kurtulmak için gazetelerini istasyonun bilet satış gişesinden satıyordu. Yeni Asır gazetesini kimse almıyordu. Demirkıratlılar buharlaşıvermişti.
Karatahtaya İzmir’den gelen trenin doksan dakika tehirli olduğunu yazmıştı İsmet Amca. İçerisi kalabalık olduğundan sahanlıkta duvar dibine çömelmiş bir yaşlı teyze ile göz göze eldik. Gülümseyerek beni yanına çağırdı, koynundan çıkardığı bir gün öncenin gazetesini uzattı ve onun için okumamı istedi. Titrek elleriyle işaret ettiği yerleri okudum. Ben okurken o bir testi gibi sessizce ağlıyordu. Okumam bitince başındaki yazmanın ucuna düğümlediği para kesesini çıkardı ve oradan bana on kuruş uzattı. Almadım. Bu kez yanındaki sepetten iki incir verdi.
Gülsüm’müş adı. Nazilli’ye oğlunun yanına gidecekmiş. Oğlu ve gelini Sümerbank’ın Nazilli Basma Fabrikasında çalışıyormuş. Altı yaşında bir de torunu varmış, adı Halil’miş. Halil, ölen kocasının adıymış. Sökeli Cafer Efe’nin zeybeklerindenmiş Halil Efe. Ortaklar, Aziziye ve Germencik’te Yunan ordusuna karşı savaşmış. 19 Temmuz 1919’da Germencik baskınında vurulmuş. Vurulduğunda oğlu Cafer daha kundaktaymış. Torunu Halil, Fabrika’nın kreşine devam ediyormuş. Sepetteki incirleri ona götürüyormuş.
Gülsün Ana’nın verdiği on kuruşu almadığımı söylemiştim. Nasıl alabilirdim ki, daha bir gün önce babam insanlardan gazete okuma parası aldığımı duymuş ve beni fena paylamıştı. “Parasız aldığını parayla mı satıyorsun sen, soysuz bezirgân” demişti bana. Babamdan ilk kez azar işitiyordum. Daha üç beş yıl önceye kadar beni omuzunda taşıyan adam, bana “soysuz bezirgân” diyordu. Yıkılmıştım. Sakinleşince, gönlümü almaya çalışmıştı. “ Bak oğlum, Zehra öğretmen sana okuma öğretti diye bizden para aldı mı? Karnelerinize yapıştırılan on beş kuruşluk Kızılay pulundan başka para vermedik biz okula. Senin o insancıklardan para aldığını İstasyon Şefi İsmet Bey görmüş, o söyledi” Utancımdan yerin dibine girdim. Hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Yemek yemedim o akşam.
Gülsüm Ana, Halil Efe’yle birlikte geçirdiği o zor, ama güzel günleri uzun uzun anlatırken beklenen posta treni oflaya puflaya istasyona girmişti. Doğruldu, saçımı okşadı, kendinden beklenmeyecek kadar kıvrak adımlarla trene yürüdü…
Mehmet Barış