Frunze’nin Türkiye Anılarında Şimendifer
Frunze’nin Türkiye anılarındaki demiryolu ulaşımına yönelik verdiği bilgileri ve anılarını buraya aktararak tarihe not düşmek istiyoruz.
Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla Ankara’ya gönderilen General Mihail Vasilyeviç Frunze İtalyan gemisi Sannago ile Batum’dan yola çıkarak 26 Kasım 1921 de Trabzon’a gelir.
Trabzon’da dört gün kalan Frunze 1917 yılı başlarında özellikle Ekim Devrimi sırasında Rus Ordusunun Trabzon’dan Van Gölü’ne kadar 700 kilometrelik geniş bir cepheye yayıldığını Batum Trabzon arasına deniz kıyısı boyunca döşenecek askeri demiryolu için getirilmiş malzemenin geri çekilirken limanda bırakılmış olduğunu görür.
“Bütün bunların savaşta yedek olarak kullanılacağını düşünerek memnun olduk, ancak limana rastgele yığılmaları hoş değil ”der. Hemen hemen yüz kadar dekovil lokomotifin, pek çok vagonun, binlerce traversin, sayısız ray gibi pek çok değerli malın beş yıldan beri burada paslanmakta, çürümekte olduğunu, yalnız kısa bir süre önce bu malzemenin bir kısmının Sivas Samsun arasında kurulması planlanan demiryolu için Samsun’a götürüldüğünü dile getirir.
29 Kasım 1921 de Trabzon’dan Rus gemisi Georgiy’le yola çıkan Frunze 25 saat sonra Samsun’a varır. Samsun’dan 2 Aralık 1921 de karayolu ile yoluna devam eder. Trene binecekleri 5 saat uzaklıktaki Yahşihan’a gitmek üzere Keskin’den 12 Aralık 1921 de saat 10.00 da ayrılırken yağan yağmur gece kara çevirmiş ve beyaz örtü ile doğayı kaplamıştır.
Yahşihan’a 5 verst kala bizi bir karşılama birliğinin beklediğini gördük. Bir subay komutasında birkaç atlı asker ve bir memur. Yağmur yeniden yağmaya başlamıştı, hem de bardaktan boşanırcasına. Biz arabadan çıkmadan birlikte selamlaştık ve Yahşihan’a doğru yola koyulduk.
Nehrin sağ kıyısındaki yamaçta birkaç ev vardı. İstasyon burasıydı. İstasyonun yakınında Kızılırmak’ın üstünde büyük beton ayaklı bir demir köprü yapılmıştı. İstasyondan yarım verst ilerdeyse oldukça büyük bir köy vardı, Yahşihan adında.
Yağmur dinmişti bu arada İstasyonda bizi başında askeri komutanı yaşlı bir binbaşının bulunduğu yöneticiler karşıladı. Buraya köprünün ve istasyonun korunması için piyade askerlerinden bir şeref kıtası yerleştirilmiş. Giyimleri oldukça kötü, yüzleri solgun ve gevşek. Onlara Türkçe selam veriyorum. Anlaşılan böyle bir şeyi hiç beklemiyorlardı ki silkinip canlandılar hepsi birden. Kısa bir selamlama ve komutanın karşılığından sonra kıta, düzgün tören yürüyüşü ile geçti önümüzden. Askerlerin kimi çadırda, kimi de çarçabuk kuruluvermiş toprak kulübelerde kalıyor.
İstasyon binasına giriyorum. Dar ve pis bir yer burası. Ankara’ya ertesi gün sabahtan önce gitmemizin olanaksız olduğunu, çünkü daha oradan bizi karşılayacak olan Ankara Hükümetinin delegesinin gönderilmediğini söylediler. Delege Ankara’dan bir gün önce yola çıkmış, ama tren yolda arıza yapmış ve delege yolda bir yerde kalmış.
İstasyonda piyade bölüğünden başka başlarında bir subay bulunan ufak bir de atlı jandarma müfrezesi var. Bize karşı son derece kibar ve dikkatli davranıyorlar.
Saat 6’da akşam yemeği verdiler. Her şey çok basit ve yoksuldu. Hemen hiç sofra takımı yoktu. Ama bütün bunlar o yürekten samimi davranışlarla gideriliyordu. İçtenlikle bizdeki durumlarla, kurulumuzun görevleri gibi konularla ilgileniyorlar, Kızıl Ordu’nun onlara yardım edip etmeyeceğini soruyorlardı.
Ukrayna hakkında bilgileri çok az. Rusya ile bir bütün olarak düşünüyorlar. Ancak tarih, etnografya, coğrafya açılarından yaptığımız uzun açıklamalardan sonra anlayabiliyorlar.
Yahşihan İstasyonu şu anda Ankara’dan Sivas’a giden dar demiryolunun işler durumdaki son noktası oluyor. Burası Ankara’dan seksen sekiz verst uzakta. Doğuda Sivas’a değin hemen hemen yol boyunca toprak setler var, raylar ise beş kilometrelik bir yola döşenebilmiş ancak. Araç yetersizliğinden işler neredeyse durmuş gibi.
Sabahleyin çok erken kalkıyoruz. Güzel bulutsuz bir gün. Sabahtan biraz ayaz vardı, galiba ısı eksi 1-2 dereceye kadar düşmüştü. Ankara’dan gönderilen kurulun başkanı geldi yanımıza. Bu yirmi sekiz yaşlarında genç biriydi. Fransızcayı çok iyi konuşuyordu. Yurtdışında bulunmuştu. Mecliste özel kalem müdürlüğü yapıyormuş. Adı Hasan Bey’di. Onunla birlikte Milli Savunma’dan bir temsilci ve bir memur daha gelmiştir.
Karşılıklı selamlaştıktan, sigaralarımızı içtiktan sonra yola çıkma hazırlıklarına girişiyoruz. Tren bizim için hazırlanmış, istasyona gelmişti. Tramvay tipinde üç küçük vagondan ibaretti trenimiz. Lokomotif tendersiz ve küçüktü. Tren Türk bayrakları ile süslenmişti. Türk bayrakları arasına bizim Ukrayna bayrağı da yerleştirilmişti. Saat sekizde hareket ediyoruz. Artık binerken ve ilk yerlerimize yerleşirken güvenlik için özel bir tedbir alınmasına gerek görülmemişti. Az sonra gerçekler en kötü kuşkuyu bile geride bıraktı.
Hareketimizden daha on beş dakika bile geçmemişti ki, vagonumuz bir o yana bir bu yana sallanmaya başladı. Çok kötü bir kaza olabilirdi. Neyse ki lokomotif durdu ve biz vagondan dışarı sağ salim atladık. Anlaşılan tren raydan çıkmıştı. Gerçekten de şansımız varmış. Ta dibinde köpükler saçarak gürleyen bir nehrin aktığı dik bir uçurumun en dik ve tehlikeli yerinde durabilmiştik. Bize eşlik edenler bozulmuşlardı, üzüntüden sersem gibi olmuşlardı. Biz hemen onları avuttuk, böyle şeyler her zaman olabilir diye. Ortalığı düzenlemeyi de kendi üzerimize aldık. Neyse vagonlar küçüktü, bu yüzden kolayca başardık yeniden raya oturtmayı. Yeniden koyulduk yola, ama saatte ancak 4-4 verst hızla gidebiliyorduk. Yol Kızılırmak kıyısında kıyıya dik uçurumlarla inen dağlık arazide ilerliyordu.
İki yanda korkunç vahşi görünüşe karşın son derece şahane bir manzara vardı. Pek çok tünelden geçtik. On altı kadar vardı sayısı. Tünellerin çoğu küçüktü, ama bazıları çok düzgün ve büyüktü. Bir tanesinin uzunluğu 421 sajen vardı. Demiryolu setleri ve tünelleri ilerde normal şimendifer yolu olarak kullanılabilmesi için sağlam yapılmıştı. Yol arkadaşlarımız bütün yol gibi bu büyük tünelin de Türk mühendisleri tarafından yapılmış olduğunu anlattılar onurla.
Bütün tedbirlere karşın kısa bir süre sonra bir kez daha çıktık raydan. Bu kez de kurtuluyoruz ve hiçbir vagon yamaçtan aşağı yuvarlanmıyor.
Yahşihan’dan 30 verst ilerde Kızılırmak Nehri’nden karşıya geçiyoruz. Çok eski ahşap bir köprü bu. Asıl tren yolu köprüsü daha hazır değil. Gerçi bu bölge hareket için açık bölge sayılıyor, ama tamamlanması için kısa bir süre daha gerekiyor. Hemen hiçbir yerde istasyon binası yok. İstasyon binası yerine çadır ve barakalar yapılmış. Su pompalama yeri de yok. Derelerden yararlanıyorlar. Bu derler hemen demiryolunun kenarına yerleştirilmiş silindir şeklindeki özel sarnıçlara akıyor. Arazi hemen hemen ta Ankara’ya kadar dağlık, ağaçsız ve ıssız. Tek bir köy bile yok görünürde.
Yolun ikinci yarışında son derece hızlı gidiyoruz. Zaman zaman saatte 18-20 verst hızla ulaşıyoruz. Buralarda öyle daha önceki gibi dik dönemeçler kıvrımlar yok. Dümdüz bir arazi üzerindeyiz.
Ankaraya 10 verst kala küçük, ama hızlı ve gürültüyle akan bir dere vadisine geliyoruz. Bu Ankara’nın içinden akan iki dereden biri, vadi başlangıçta çok dardı, ama giderek genişliyor. Tüm vadi iyi işlenmiş, sürülmüş tarlalar, bostanlar, bahçelerle kaplı. Pek öyle çeşitli ağaç yok. Söğüt kavak, meyve olarak da dut, elma, ayva ve erik var. Sık sık üzüm bağlarına rastlıyoruz.
Sonunda asıl kente yaklaşıyoruz. Birden hiç beklemedik 1 verstten daha yakınımızda beliriverdi şehir. Kentin görünüşü son derece güzel, koni biçiminde bir dağın yamacına kurulmuş. Dağın kuzey doğu kesimi daha önce gördüğümüz dereye kadar dik inen yamacı dışında öteki yamaçlarını olduğu gibi sarmış evler. Dağın tepesinde eski roma çağından kalma bir kale var. Surları ve kuleleri ile Ankara’nın üzerinde havada asılı gibi duruyor sanki. Alçak yerlerde gölgeler vardı. Kentin beyaz evlerinin, beyaz minarelerinin ve kale duvarlarının üstüne vuran güneş ışınları şimdi daha parlak ve daha güzel bir görünüm kazanmıştı. Manzara gerçekten de eşsizdi.
Ama ne yazık ki, kentin içi hiç de dışardan göründüğü etkiyi uyandırmıyor. Neyse sonra değiniriz bu konuya.
Saat tam 4’de Ankara Garı’na giriyor trenimiz. Gar kentten hemen hemen bir verst uzağa kurulmuş. Burada bizi son derece görkemli bir karşılama töreni bekliyordu. Pek çok kalabalık, askerler, bando, güzel bayraklar.
Vagondan çıkıyoruz ve bizi karşılayan Dışişleri Halk Komiseri Yardımcısı Hikmet Bey ve Ankara Valisi ile selamlaşıyoruz. Sonra askerlere doğru yürüyoruz. Teftiş ederek askerlere ve halka bir tören konuşması yapıyorum. Ben konuşmaya başlayınca kalabalık dört bir yandan bana doğru ilerliyor ve düzenli bir sıkışıklık oluşturuyor. Anlaşılan bu tür şeyler pek olmuyor burada. Konuşmam pek sıcak karşılanıyor. Gerek askerler gerek halk bizi sevinçle alkışlıyor. Biz alkışlar ve sevgi sesleri arasında garın çıkışına doğru ilerliyoruz. Orada bizi bir araba bekliyor. Kalabalığın arasında pek çok kadın da vardı. Bu kadınlardan biri anlaşılan oranın düzenleme görevlilerinden biriydi, bizi tam kapıda karşıladı. Yüzü yarı açıktı. Başını eğerek selam verdi. Arabamıza oturduk ve yola koyulduk.
Beyaz Evler
Frunze’nin Türkiye Anıları kitabındaki Ankara’ya trenle gelişine ait kısmı aktarırken Ankara’daki konutlardan “kentin beyaz evlerinin, beyaz minarelerinin” diye bahsedilmesi dikkatimizi çekmişti.
Kebikeç adlı derginin 2001/11 sayısında H.İbrahim Uçak imzası ile yayınlanan makalenin sonunda “Bir Seyyahın Defterinden 1308 Ankara” aktarılırken “19.7.308 Bugün Kuyulukahve’de kulak misafiri olduğum bir muhavereyi naklediyorum: -Ali Dayı duydun mu? –Ulan kel oğlan ne var ne olmuş? – Ne olacak Ali Dayı bir ay sonra çimendifer (şimendifer) gelecekmiş. Vali Paşa emretmi. İki haftaya kadar tekmil divarlar (duvarlar)biyaza (beyaza)boyansın diye dellal çıkaracakmış. – Kıyamet alameti, görmüyon mu? Balıkpazarı’ndaki kavur (gavur) evleri hep biyaza ( beyaza) boyanmış. Bizim duvarlarımızı da boyadılar. Çantılardan (çatılardan) leylek yuvalarını da yıktılar. İşşekleri de kaldırdılar. 20 Temmuz 308 Hakkaten bugün dellal çıktı. Fakirler mahallesinden ilmühaber getirmek şartıyla belediyeden muaveney (yardım) gördü. Tahkikatıma nazaran belediye bu uğurda beş bin altın sarfetmiş.22 Temmuz 308 Bu sabah pencereden baktım Tumanını ( don, şalvar) bacağına geçirip başına peştanbalını ( peştamalını) takan kadınların kovalarına kireç mahlülü doldurarak sokaklara fırladığı ve gençlerin birer sopanın ucuna çaputlar bağlayarak kovalarını doldurup evleri badanaladıkları görülüyordu. Bir iki gün içinde şehirde bir de badanacılık sanatı peyda olmuştu. 16 Ağustos 308 Bir aylık mesai neticesinde toprak divarlar (duvarlar) pudralanmış fakat terden pudrası akmış yosmalara dönmüştü. Bugünkü Ankara Gazetesi üç gün sonra şimendiferin geleceğini istasyonun resmi küşadının yapılacağını bilumum ahalinin istasyonda hazır bulunması lazım geldiğini ilan etti. 19 Ağustos 308 Resmi Küşat günü. Baktım küçük, büyük, kadın, erkek, tekmil ahali akın akın istasyona gidiyordu. Hepsinin elinde birer demet ot vardı. Filhakika bu gibi merasime haz ve surur alameti olarak çiçek götürüldüğü malumdur. Lakin böyle ot götürmek ne demektir. Merak ettim. Diyebilirim ki ahalinin yüzde seksenine sordum. Müttehiden şu cevabı verdiler. Ta İstanbul’dan Ankara’ya çimendiferi (şimendiferi) getiren sürücü beygirleri tabii açtır. Onlara yedireceğiz.
Demek oluyor ki Ankara’da Balıkpazarı’ndaki evler gayri Müslümler tarafından demiryolunun Ankara’ya ulaşmasından çok önce diğer evler ise demiryolunun ulaşacağı gün boyanmış ve beyaz boyalı evler Frunze’nin 1921’deki gelişine kadar beyaz boyalı kalmışlar.
Hepsi Beyaz Olacak
1980’li yılların başları, 12 Eylül faşizmi Esenboğa yolundaki yamaçlardaki gecekondular Evren’in hoşuna gitmemiş ve emretmiş:“Hepsi beyaz olacak.” Hepsi beyaz oldu ancak çoğunun yalnızca yoldan görünen cepheleri beyazdı. Nasıl olsa diğer cepheler görünmezdi. Benzer evler İstanbul yolunda da görünürdü,
yalnızca ön cephesi beyaz boyalı evler.
Esenboğa Yolu Üzerindeki Yapılara <Son Derece Estetik Kaplama>Kahverengi Evler
Mimarlar Odası Ankara Şubesi “Ankara Büyükşehir Belediyesi, Fen İşleri Daire Başkanlığı tarafından Esenboğa Yolu’na bakan Ankara Havalimanı’ndan Aydınlıkevler Kavşağı’na kadarki mevcut yapıların cepheleri aynı malzeme, aynı renk ve aynı detaylar ile son derece niteliksiz bir görünüme büründü. Sadece yola bakan cephelere uygulanan klinker kil panel malzeme, estetik yoksunu detay ve renk (kahverengi) seçimi ile birleşince, “kentsel tasarım” adına yapılmaması gerekenler için <iyi> bir örnek oluşturdu.” derken kent yaşamında yeni bir tek tipleştirmeye işaret ediyordu.
Taksim Anıtı:
Moskova Kızıl Meydan’daki Lenin Mozolesinin hemen arkasındaki bir mezarın İstanbul’daki Taksim Anıtı ile ilgisini de aktarmadan geçmeyelim.
Taksim Anıtı’nda bulunan bir sırrı tarih dergileri yıllarca neden yazmadılar? Bu sırrın doğmasına neden olan kişi Atatürk müydü?
Tarih 9 Ağustos 1928. Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı açıldı. Yani bugün bildiğimiz adıyla “Taksim Anıtı” seksen dokuz yaşında.
İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica’nın yaptığı anıttaki Cumhuriyeti sembolize eden figürler anlatılıyor; Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan bahsediliyor. Ama bir sırrın üstü örtülüyordu! Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor: General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov… Kim bu generaller.
General Mihail Vasilyeviç Frunze
Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı.
1906’da Lenin ile tanıştı. Tutuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti. 1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı.
Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı. Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti.
1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı. Frunze’nin mezarı, Kızıl Meydan’da, Lenin Mozolesinin arkasındaki Kremlin duvarındadır. Ölümünün ardından doğduğu şehir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adı Frunze olarak değiştirildi. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, şehre tekrar Bişkek adı verildi. General Frunze, bizim tarihimiz açısından da önemli bir yere sahipti.
Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde konuşma yaptı. Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 Ocak 1922 günü arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.
Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov
1881 Vernhiy/Ukrayna’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Maden işçiliği yaparak eğitimini zorlukla bitirdi. 1903’te Rus Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi; 1906’da Bolşevik delegesi olarak Stockholm kongresine katıldı. Birkaç defa tutuklandı ve sürgüne gönderildi. 1917 Devrimi’nden sonra Petrograd Savunma Komitesi Başkanı oldu. 1918’de Ukrayna 5. Kızıl Ordusu’nu kurdu. 1925-1940 arasında Halk Savunma Komiserliği yaptı. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler’in kenti ele geçirmesini önledi. Savaş sonunda mareşalliğe yükseltildi ve 1947’de Politbüro üyesi oldu. 1953-1960 arasında Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı (cumhurbaşkanlığı) yaptı. 1969’da öldü. Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’un bizim için önemi ise şuydu: Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderildi.
Т. Ленин!
Нужно дать туркам предполагавшуюся часть «второй половины взноса» (1 мил. 100 000 р.), сказав им ясно и определенно, что пока мы, к сожалению, не в состоянии дать больше в виду постигшего Россию голода. Что касается заготовленного уже оружия, тоже дать.
Сталин. 7/XI.
Yoldaş Lenin!
Türklere Rusya’daki açlık durumunun daha fazlasına el vermediğini söyleyip, ödemenin 2. yarısının dünüşülen bölümünü(1.100.000 ruble) vermeliyiz. Aynı şekilde hazır olan silahları da vermemiz gerek!
Stalin
(Çeviri: Soner Önal )
Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istedi.
Kaynaklar:
http://www.hurriyet.com.tr/taksim-de-80-yildir-komunizm-propagandasi-yapiliyor-9623841
Frunze’nin Türkiye Anıları /Çeviren Ahmet Ekeş
Kebikeç Dergisi 2001/11 sayı 278.sayfa
Verst (Rusça: верста, versta), bir Rus uzunluk ölçü birimidir. 1,0668 kilometre ve 3500 feete karşılık gelmektedir.