Canım Haydarpaşa, Güzelim Sirkeci
Sezai Karakoç, ünlü “Dişimin Zarı” başlıklı yazısında “Orhan Veli ile Laleli’den tramvaya binerseniz Sirkeci’de inersiniz. Cemal Süreya ile binersiniz dünyaya gidersiniz” der. Buradaki “dünya” olgusu apayrı bir ufuktur. Ece Ayhan ise “Türkiye’nin öteki başkenti” der Sirkeci için.
Sirkeci Tren Garı’nın vitraylarının güzelliği ile kapısının önünde büyüyen insan pazarı birbirine tezat mıydı? Doğru ya “insan pazarı” neydi? Vitray neydi? Hadi buyur bul bulabilirsen hatırlayan birilerini. İnsan alınıp satılır bu kentte, güzellik ise doğrudan boğazlanır.
Çocukken ya Haydarpaşa olmak isterdi bazıları ya da Sirkeci. Aslında hem Haydarpaşa gibi yaşadık biz hem de Sirkeci. İçimizden insanlar geldi geçti, ağır demirlerin oynadığını gördük şuramızda, sonra bir kalabalık, bir ana baba günü… Sonra hep yolculuk ve yolculuk ve yolculuk..
Sirkeci’nin Gar Lokantası’nda Edip Cansever ve Turgut Uyar ile yemek mi yemiştik? Rıfat Ilgaz ve Yaşar Kemal ile sohbetler mi etmiştik? Fikret Muallâ, Abidin Dino, Cemal Süreya, Nâzım Hikmet, Orhan Veli na işte şu sandalyelerde mi oturmuşlardı? Sandalye bile sadece sandalye değil
Her güzelliğe bir dozer icat eden kafalar içre yaşamanın ağırlığı… Oysa halı pazarlığı falan yaptığımız da yok, istediğimiz hepi topu bir tutam tren düdüğü, bir tutam yolculuk çiçeği… Pencereden bakınca yüzümüze vuran rüzgâr da mı bizi icraya verdi? Ne tren kaldı ne vapur!
Yaşamak kültür işi be kardeşim! Simidi yerken gülümseyeceksin, kompartımanın içinden geçerken güzel hayaller kuracaksın. Bir sevgilin olacak, bir sevdiğin olacak, yanında olmasa bile ellerinden tutup ona dünyayı göstereceksin. Trenler ne işe yararlar? İşte bu işe yararlar!
Sirkeci’si, Haydarpaşa’sı olmayan bir İstanbul, sokağa saçı başı dağınık, yani böyle paspal mı paspal çıkan insanlara benzer. Kendine değer veren bir İstanbul kendine bakar, azıcık özenir, hani bir parçacık süsüne düşkün olur. Sonra çalımından da geçilmez, yakışır….
Bir trene aşık olan çok güzel bir adam olduğunu okumuştum. Her yıl kucak dolusu gülü yağdırırmış köprüden tepesine. Bir adam demirden bir treni bunca sevebilirken bizim birbirimize bunca zalimliğimiz niye?
Sirkeci bir öte İstanbul, trenleri ise çocuklarıdır. Onları ayırmamalı…
Haydarpaşa Garı’nın haline bakıp bakıp üzülmeyen var mıdır? Garibim, Anadolu’ya giden sevgilisinin dönüşünü bekleyen vefalı bir aşık gibi o sahilde 100 yıldır bekliyor, her inen yolcuda bir heyecan bir heyecan yapıyordu… Şimdi ne trenler geliyor ne de trenler gidiyor…
Haydarpaşa’yı ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Küçük bir çocuktum daha. Böyle büyük ve güzel bir bina nasıl olur? Üstelik şu trenler! Offf! Şunlara bak be nasıl da güzeller!… Kocaman bir müzik kutusu gibi… O konuşmalar, tren düdükleri, mırıldanılan şarkılar, gülüşmeler…
Haydarpaşa yaşlanınca ona bir kalp ameliyatı yaptılar, kalbini söküp yerine otopark koydular, site inşaatı koydular, gayri safi milli hasıla ve alçak sanayi hamleleri koydular. Kalbi olmayınca Haydarpaşa ne yaptı? Yapabileceği en iyi şeyi yaptı: Durdu. Sağlam bir protestoydu!
Sirkeci direniyor, Haydarpaşa direniyor, trenler direniyor, şarkılar direniyor, şiirler direniyor, replikler ve sinemaların ışıkları direniyor. Kuzguncuk’ta bir heykeltıraş var sözgelimi, o da direniyor, insan direniyor. Herkes sökülen kalbinin peşinde, yüreğinin mücadelesinde!
Canım Haydarpaşa, güzelim Sirkeci: bazen, havaya simit atsam koşup kapacak martılara da benzetiyorum sizi. Çocuk musunuz, deli misiniz, aşık mısınız anlamadım ki…
İlk fırsatta trenlerinize kavuşmanızı diler, çokça selâm ederim.
Tekin Deniz