Cennete Kesilen Bilet
Tren düdüklerine hasret olan Haydarpaşa Tren Garı rayları, ağır ve eski yüklerini üzerinden atamamıştı uzun süredir. Genç ruhların boyadığı yaşlı vagonlar, altlarındaki demiri ışıldatmayalı çok olmuştu. Bir tren mezarlığını andıran bu yer birçok özlemin giderilişine, bir çok sevdanın bitişine ve insanların, ellerindeki bavullara sayısız gözyaşını sığdırışına şahit olmuştu. Gitmemek üzere gelenler ve gelmemek üzere gidenleri, gitmeyeceğim diyenlerin gidişini; geleceğim diyenlerin gelemeyişini görmüştü. Grafiti ile süslenen trenler yolcularını, tarih kokan bina ise seferlerini özlemişti.
“Eskiden ne güzeldi.” dedi, yaşlı kadın. Saçları beyazlarla bezenmiş, cildi yıllara yenik düşerek buruşmuştu. Gözlerinin içi gülerken, Haydarpaşa Garı’nın büyük camında asılı duran saate bakıyordu. Saat, akrep beşi gösterirken durmuştu. Kadın da ayakta dikilmiş, gülen gözleri ve bükük boynu ile öylece ayakta dikiliyordu. Yakın geçmişi hatırlamıyordu. Gözleri garın her bir köşesinde ayrı bir anıyı kovalıyordu. Yürüdü… Yürüdü… Yürüdü…
Gişelere geldi bu kez. Boynu diğer yana büküldü. Gülen gözlerinde bir parıltı oldu. Yıllar öncesine döndü; hatırladığı tek yere. Uzun süre sonra kavuşup sarmaş dolaş olan insanları, birbirine veda ederek el sallayanları, mutluluktan ve hüzünden akıp yürekleri temizleyen gözyaşlarını gördü. Kendi kendine konuştu: “Eski yüzler, eski hisler hani, şimdi neredeler? Yeni Dünya’yı, yeni zamanı neden beğenmediler?”
Bu soruyu duyan genç bir adam, yaklaştı kadına. Kulağına eğilerek fısıldadı: “O eski insanlar, yeni evlerindeler anne. Haydi biz de gidelim evimize.”
Yaşlı kadın, kendisine sessizce yaklaşmış olan gence döndü. “Menekşe gelecek birazdan, onu bekliyorum. O gelince evimize onu da götürmez miyiz?”
Genç, kendisine masum masum bakan hasta annesine sarıldı. Gözleri yaşlarla dolmuştu, akıtamadı. “Menekşe evdedir ya annem. Gel gidelim işte.”
Yaşlı kadın, kendisine sarılan oğlundan uzaklaştı. Yüzüne hakim olan tebessüm kendini koruyordu. “Yok yok. Geleceğim dedi bana. Sen beni tren garında bekle dedi.”
“Anne…”
“Beni yarı yolda bırakmaz o. Gelir birazdan.”
“Anne…”
“Eeh! Git başımdan be çocuk! Benim güzel Menekşe’m indi mi acaba trenden*”
Genç adam, annesini bir türlü ikna edemiyordu. Yıllarca kendisini büyüten kadını bu hâlde görmek onu öylesine çaresiz bir hâle getirmişti ki, gözyaşı dökmeye bile gücü kalmamıştı. “Tamam.” dedi. “Bekleyelim Menekşe’yi.”
Adamın gözlerinde biriken yaşlar daha fazla dayanamayarak yanaklarından aşağı süzüldü. Bir kaç insan dışında ne bir yüz ne bir ses vardı büyük boş salonda. İri ahşap kapıların karşısındaki banklardan birine oturup annesini izledi. Gözyaşlarını silerken başını kaldırarak derin bir nefes aldı. Duvarlardaki ince ince işlenen motiflere bakarken, annesi yanına oturdu. “Menekşe hep böyledir. Aynada kendine bakmaktan yola çıkamaz ki. Sen kardeşimin kusuruna bakma. Güzel kızdır ama… Beline kadar örgü yaptığı saçları vardır. Uzun boyludur, benim gibi kaplumbağa kadar değildir. O kadar zekidir ki birinci sınıfı iki kere okudu. Ah çocuk, buralar da ne çok şey değişmiş.”
Kadın, ellerini baldırlarının altına koydu. Arkasına yaslanarak, havada kalan ayaklarını bir çocuk gibi sallamaya başladı. Az önce sorduğu soruyu yineledi: “Eski yüzler, eski hisler hani, şimdi neredeler? Yeni Dünya’yı, yeni zamanı neden beğenmediler?”
Genç adam, yaşlı gözlerle güldü. “Yolcular yorgun, trenler dargın inenlere. Seferler durgun, peronlar suskun zamana. Bekleyenler özler, hiç gelmeyecek bir treni. Bilmez ki gitmiş yıllar evvel, gelmeyecek gideni.” dedikten sonra annesine döndü. “Hiç gelmeyecek bir treni ve o trenden hiç inmeyecek bir yolcuyu bekliyorsun, olsun. Ben de seninle birlikte bekle… Bekleri…”
Cümlesini tamamlayamadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Buna engel olmaya çalıştı ama fazla başarılı olamadı. Kadın, yanındaki gencin ağladığını görünce ona sarıldı. Sarıldığı kişinin oğlu olduğunu hatırlamıyordu. “Beklediğin gelmedi mi yoksa?” diye, sordu üzgün bir yüz ifadesiyle. Adam yeniden yüzüne yerleştirdi o yaşlı gülümsemeyi. “Annemi… Bekliyorum.”
Kadın şaşırarak gözlerini açtı. “Annen seni bıraktı mı yoksa bu kalabalık yerde? Anneler çocuklarını bırakmaz, korkma gelir yakında.”
“Bana her gelişinde benden gidiyor. Yakındayken bile uzakta. Onu getirmek için, bir trenden daha fazlası gerek bana.”
Yaşlı kadın, oğlunun yüzünü şefkatle okşadı. “Zavallı şey seni. Ben de bekliyorum birini. Baksana, o da gelmeyecek gibi. Acaba aynı trende olabilirler mi?”
Adam, annesini izledi bir süre. Artık ağlamayı kesmişti ama içindeki burukluk, yüzüne yansımaya devam ediyordu. Genç adam annesini, annesi Menekşe’yi bekliyordu.
Menekşe, bu kadının, kendinden iki yaş küçük olan kız kardeşiydi. Fotoğrafların siyah beyaz olduğu zamanlarda, babaları Haydarpaşa Garı’nda kondüktördü. Kızları okuldan sonra çoğu kez babalarının yanına, gara gelirlerdi. Bir gün, Güneş, Menekşe’siz battı Haydarpaşa’da. Henüz dokuz yaşındayken, ablasıyla oyunlar oynarken düşmüştü raylara. Küçük bedeni, büyük trenler altında kalarak, ablasının gözü önünde raylar arasında ezilip gitmişti. İnsanların çığlıkları, trenin önüne alıp götürdüğü çantası ve rayların bulunduğu kanlı taşlar saniye saniye kazınmıştı ablasının aklına. Babaları, seslerin olduğu yere yöneldiğinde karşılaşmıştı küçük kızının cansız ve paramparça bedeniyle. Acıyı kaldıramamıştı kalbi, haykırışlar eşliğinde yığılmıştı yere.
Yaşlı kadın hatırlamayı reddediyordu o anları, hayatında en acı anıları. O günden sonra gara bir daha uğramamıştı. “Haydarpaşa” denince, içinde dinmeyen fırtınalar kopar, sönmeyen yangınlar varlığını hatırlatırdı her seferinde. O yüzden her şeyi, herkesi unuttuğunda Menekşe’yi unutmamıştı. Saatler kaçı gösterirse göstersin, tarihler ne olursa olsun o fırtınalar ve o yangınlar hatırlattı yaşlı kadına Menekşe’yi.
“Çiçeklerin en güzeliydi.” dedi. Yine o eski anılara dalıp gitmişti.
Oğlu, kalktı ayağa. “Gel.” dedi. “Biz bilet alalım ona. Belli ki gelemiyor, zor durumda.”
Kadın, “Gelir o, yarı yolda bırakmaz beni.”
“Belki o da seni bekliyordur. Hadi, bu kez biz gidelim.”
“Annene de gider miyiz?”
Adam yutkundu. Boğazında geçmeyen acı bir tat vardı. Zorlansa da, “Gideriz elbet ya. Gideriz tabi.” diyebildi.
“O zaman hadi girelim sıraya. Alalım biletlerimizi.”
Adam başını sallayarak onayladı. Kapalı olan gişelere baktı. Sıra olmadığını söyleyemedi, oyundan da olsa beklermiş gibi yaptı bir süre. Gişelerde kimse olmadığı hâlde cebinden para çıkarttı. Sonra kadına dönerek: “Tüh! Bilet kalmamış.” dedi.
Kadın gülümseyerek elini elbisesinin cebine attı. Eski yıllara ait bir bilet çıkardı. “Kimseye söyleme, bende bilet var.”
“Öyle mi? Nereye kesilmiş bu bilet?”
“Cennete.”
Adamın gülümsemesi kayboldu. Yine de bozuntuya vermedi. “Tamam, gidelim ama bugün sarı, tek vagonlu, dört tekerli bir trene bineceğiz. Sonra da anneme ve Menekşe’ye gideceğiz.”
Kadın minnettar bir şekilde başını salladı. Gardan çıktılar. Sonra cennete kesilmiş bir tren biletiyle taksiye binerek mezarlığa doğru yola koyuldular.
DİLRUBA YILDIZ
Dip Not: Dilruba Yıldız’ın “Cennete Kesilen Bilet” adlı öyküsü 2017 Liseler arası “Reşat Nuri Güntekin Hikaye Yarışması”nda birincilik ödülü almıştır.