Zaman Treninde Yolculuk
Fotoğraf çok güzel. Birincisi son kertede ironik; bu yanıyla, bir o kadar siyasal. İkincisi, saat imgesiyle sundurmanın altına tünemiş zaman duygusunun, aşağıda bekleyen vagonlarla ele alındığında, perona taşıyıp getirdiği yalnızlık ve yolculuk çatallı hali. Bu çatallanmanın tanımlanmasında çan çan çalan bir görsel simge saat.
Her iki durumda da tarihsel grafiği de, görsel grafiği de başarılı bir fotoğraf.
Niye ironik ve dolayısıyla siyasal denilebilir?
Nacar marka saat, zamanın tepesinde dikilirken, kendi zamanından da öyküler taşıyor. Başta, alt yanında kayıtlı 1929 tarihi. Haydarpaşa, o saat, daha tarih sahnesine çıkmadan 20 yıl önce; 1909’da gövdelendi. Bu görkemli istasyon, Batı sermayesi ve sermayecisinin katarlarının Doğu’ya istim tutacağı bir anakapı olarak açıldığında yıl 1909’du. Batı’nın ve Batılı zamanların bu onsuz olmaz imgesi, çok gecikmeden Osmanlı mülkü üzerinden geçip gidecek trenlerin yedilip-yönlendirilmesi işinde, Batılı demiryolu işletmecilerinin yelek ceplerinde yerini alacaktı.
İşte o "saat", şimdi yelek ceplerinden Haydarpaşa’nın sundurmaları (markizi) altına yükselip, yorulmak bilmez tiktaklarıyla bu yaşlı yapının karnı altına konuşlanmıştır. Demiryolu (istasyonlar), o saat orada asılı olmasa da Batılı bir konuşlanmanın altyapısını getireceklerdi hayata; bu kaçınılmaz. Gel gör ki, bu konuşlanmanın birincil koşulu ve göstergesi "saat", düzenli tiktaklarıyla zamanın akıp gidişine bizi çağırmakla kalmayacak; eşzamanlı olarak, bize Batı’nın ve Batı sermayesinin Demokles’in kılıcı gibi hep böyle tepemizde dikilip duracağını da duyuracaktı.
Kendi nerede duracağını, hangi istasyondan hangi trene bineceğini bilemeyen, daha kötüsü, hep başkasının trenine binenlerin körgidişini imlemek ister gibi.
O yüzdendir ki, 1929 Dünya ekonomik bunalımı şöyle dursun, bugün burada, İstanbul’da, yenidünyanın yeni patronlarının "bunalım"larının görüşüldüğü bir saatte, Haydarpaşa’nın sundurmaları altında kırıtan Batılı markasıyla o saat, bize emperyalizmin hiç uyumadığını gösterecekti.
Biz "Su uyur düşman uyumaz" atasözünü çoktan defterimizden çıkardığımız için, o 1929 tarihli saat, 2009’un bu gününde bir başka trajik tarihsel uyarıyı da yedeğinde taşımıyor muydu? 6 Ekim 2009, İstanbul’un emperyalist çizmelerinden kurtarılarak, tarihsel anlamda gerçekten "fethedildiği"; dolayısıyla, bir hafta sonra dünyaya duyurulacak genç Cumhuriyet’in sırtını yaslayacağı anaduvarın berkitildiği gün değil miydi? Bir anlamda saatlerin durduğu bir "an"!
Biz bu anlamlı tarihi; hele içinden geçegittiğimiz süreçte anlamı daha da kıvılcımlanan bir güncellikte esgeçtik! O ışıklı günü ve saati geçiştirerek, koca İstanbul’u kendine kilitleyen Batılı sermayenin yeni tamtamlarına teslim olmadık mı?
Eline ayağına zincir vurduğumuz kentin, bugün işgalci çizmesinden kurtulduğunu hiç hesaba katmadan, Batı sermayesinin yürüyüşüne asfalt hazırlayan bir toplantıya evsahipliği yaparak… Gösterdiğimiz tarihsel körlüğü, (Haydarpaşa’daki) bu saat, bu ironi ile bize anlatmayıp da ne yapacaktı? Aynı saat, 6 Ekim 1923 günü bizim için vuruyor; bir tarihi bir tarihe ulayarak, bir hafta sonra dünya-âleme ilan olunacak genç cumhuriyeti muştuluyordu.
O saatin bugünkü tiktaklarının hangi geleceğe vurguyla tınıladığını oturup bir güzel, doğru-dürüst düşünmek gerekmiyor mu? Saatlerin kimin için çalıştığını görüp-duymak… Dolayısıyla, tam içinden geçtiğimiz "an"ın fotoğrafına dönüşen bu "kare"de akıp giden zamanı yakalamak…
İnsanlar gibi, toplumlar da tarihin tiktaklarına, o vurgudaki uyarılara kulak vermeyi bildikleri-başardıkları ölçüde, çağa ve çağın taşıyıp getirdiği koşullara uygun bir konuşlanmayı kurup-gövdelendirebilirler. Değilse, binilecek tren hep başkalarının treni olacaktır.
Bence, ironik bir dille bugün bu fotoğrafın anlattığı budur. (Ankara, 6 Ekim 2009)
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan