Sirkeci Gar ve Sade Vatandaşlar
Çukurova Üniversitesinden Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ “İzlanda’daki volkan patlaması sonucu Avrupa’da en çok iş gören ulaşım aracı tren olmuştur. Avrupa’da tren bu denli gelişmemiş olsaydı, süreci daha zor atlatırlardı. Ülkemizin de en çok ihmal ettiği demiryollarına önem vermesi ayrıca düşünülmelidir” demişti. Sirkeci gar o süreç içinde ülkemizden evlerine dönmek isteyen Avrupalıların çıkış kapısı olmuştu. Yalnız bu olay bile Sirkeci Gar’ın kapatılmamasına gerekçe olabilir.
Sirkeci gar ve demiryolu yalnızca yurtdışına çıkanlara değil, yıllarca yurt dışından gelen yolculara ve trenlere de kucak açmıştı. Yine Avrupa’da yaşanan olumsuz hava koşulları sonucu kapanan hava ulaşımı üzerine bir diplomatımız hastalanan babasına gelmek için demiryollarından yararlanmıştı. Aşağıda bu seyahatin öyküsünü izleyeceksiniz.
Son yıllar için özellikle de Marmaray projesinden sonra Sirkeci garın işlevsiz kalacağı ileri sürülerek İstanbul Büyük Şehir ve Fatih İlçe belediyesi aracılığı ile kentsel dönüşüme tabi tutulmak istenmektedir. Ayrıca Kazlıçeşme ve Sirkeci arasında kalan ve yeryüzü demiryolu hattının sökülerek buraya cadde tramvayı yapılmak istenmektedir.
3-5 dakika aralığı ile çalıştırılacağı söylenilen Ayrılıkçeşme’den tüpe girerek Kazlıçeşme’den yeryüzüne çıkacak olan Marmaray dizilerinin bir aksama olması halinde (aksaklık arıza olmayacağının garantisi yok) 13,6 km kapalı alanda yol değiştirme (makas) imkânı bulunmayan bir hat kesiminde bekletileceklerdir.
Bu durumun yaşanmaması ve alternatif olarak Sirkeci ve Haydarpaşa garlarına yolların uzatılması ve bazı tren seferlerinin bu garlara yapılması bir zorunluluk olmasına rağmen, bu iki gar alanının yüksek rant değerine sahip bir konumda bulunması neo-liberal belediye ve uluslararası sermayenin dikkatini çekmektedir. Yaşanan krizlerden sonra düşen kar oranları nedeniyle gözünü bir süredir, kentsel ranta dikmiş olan sermaye bu kamusal mekandan daha fazla rant elde etmek için bilimsel bir geçerliliği olmayan gerekçeler öne sürmektedir.
Neydi bu gerekçeler;
1. Şehrin ortasında Liman olur mu? Konteynırlar ve vinçler çirkin görüntü oluşturuyor. Limana giren çıkan tırlar e5 i tıkıyor.
2. Demiryolu kenti ikiye bölüyor.
3. Kenti çirkin görünümlü bu tenekelerden (tren) kurtarmamız lazım
Erhan Bener’in “Sade vatandaşlar” adlı makalesini geçmeden önce, Çukurova Üniversitesinden Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ “Önemli olan yaşanandan ders çıkarmak, olası durumlara kaşı nasıl organize olabileceğimizi bilmek, toplumu bilinçlendirmek için şimdiden hazırlıklı olmaktır. Ben kendi payıma bu süreçten çok şey öğrendim. Umarım, işin yanını hepimiz hatırlamış olsun” sözünü burada paylaşarak Sirkeci Garı trenlere kapatmak isteyenleri bir kez daha düşünmeye sevkedelim istedik.
Sade Vatandaşlar
Ahmet Diplomatik Pasaportumu Görmesin Diye Sirkeci’den Kaçtım.
Belgrad’dan İstanbul’a kadar, bir Anadolu köy evi gibi döşedikleri kompartımanda kafayı çekerek geldik. Babamın hastalığını bile unutmuşum.
Yılbaşından iki gün önce Ankara’dan gelen uğursuz bir telgraf babamın onulmaz bir hastalığa tutulduğunu haber veriyordu. Bir haftaya kadar ameliyat olması kararlaştırılmıştı. Onu son bir kez görmek istiyorsam, hemen yola çıkmam gerekiyordu. Hem ay sonu hem yılbaşı öncesi cebimde fazla bir para yok. Bankalar kapalı. Arkadaşlarımın durumu benden pekiyi değil. Havalar çok kötü. Uçaklar düzensiz işliyor. Sordum Simplon Ekspresi o akşam gece yarısı kalkıyordu. İstanbul’a ikinci mevki bir bilet aldım. Paris’in doğu garına geldiğimde İstanbul’a ayrılan tek vagonun tıklım tıklım dolu olduğunu gördüm. Nasıl olsa tek başımayım ve yanımda küçük valizimden başka eşyam yok. Treni şöyle bir dolaştım, baktım. Trieste vagonu bomboş. Kompartımanlardan birine girdim, uzandım. Büyük bir sinir yorgunluğu uyumama engel oluyor sanıyordum, ama farkında olmadım sızmışım. İsviçre sınırında polis bir kırmızı kaplı pasaportuma bir ikinci mevki biletime baktı, başını sallayarak uzaklaştı.
Akşamüstü Trieste’ye geldik. Burada kendime yeni bir yer aramam gerekiyordu. İstanbul vagonu yine öyle tıklım tıklım. Buradan ötede havanın iyice soğuyacağını biliyorum. Üstelik boş vagonda yok. İtalyan Kondüktörün eline biraz para sıkıştırdım kuşetli kompartımanlardan birine kapağı attım. Kompartımanda gençler vardı. Sabaha kadar Michigan Üniversitesi’nde okuyan ve tatilini Çekoslavakya’da geçirmeyi planlayan fabrikatör babasına küfredip, sosyalizmi savunan İtalyan kızıyla, Moskova’da Lumumba Üniversitesi’nde ekonomi öğrenimi yapan koyu bir sosyalizm düşmanı Zaireli delikanlının tartışmalarını dinlemekten gözüme uyku girmedi. Öteki iki yolcu İtalya kıza boş yere kur yapmaya çalışan Amerikalı bir hippy ile hiç konuşmayan bir Yugoslav’dı.
Ertesi gün öğleye doğru Belgrad’a geldik. Belgrad Garı depremden hasara uğradığı için tren küçük bir istasyon binasının önünde durdu. Burada Almanya’dan gelecek trene aktarma olacaktık. Hava korkunç soğuk. Tipi halinde kar yağıyor. İstasyonun bekleme salonunda iğne atsanız yere düşmeyecek. Yemek yiyecek bir yer arıyorum. Tren gecikmeli. Sırtımda kalın bir palt, yünlü spor bir ceket, dik yakalı bir kazak, ayaklarımda yün çoraplar başımda yine yün bir kasket olmasına rağmen üşüyorum. Eldivenlerim işe yaramıyor. Nasılsa boş bulduğum tuvalette aynaya bakıyorum, uzayan sakalımla daha çok bir hayduda benziyorum.
Neden sonra tren geliyor. Bir ana baba günü. Böyle trenleri savaş içinde Anadolu^’da bıraktığımı sanıyordum. Vagonlar kapılarına kadar tıklım tıklım dolu. Avcuna üçbeş kuruş sıkıştırdığım Yugoslav hamalın arkamdan itmesi sayesinde bir vagonun sahanlığına ayağımı basacak kadar yer buluyorum. Tam helânın önündeyim. Helânın içine de biri oturmuş. Bende valizimi kapının kenarına iliştirip üstüne tünüyorum. Tren hareket ediyor. Sırtıma doğru korkunç bir soğuk geliyor. Bakıyorum kapının penceresi kırık. Bu şekilde gidersek sabaha sağ çıkamam. Ne yapacağımı düşünüyorum. Kımıldamam olanaksız. Bin güçlükle cebimden bir sigara çıkarıp yakıyorum. Tam o sırada koridorda bir dalgalanma oluyor. Çeşitli dillerden bağrışmalar, haykırışlar işitiliyor ve hepsini bastıran Türkçe bir ses:
“Destur Yağlı Boya Değmesin”
Çevremdekiler gibi, bende şaşkınca bakıyorum. Balık istifini yararak iki adam geliyor bize doğru. En öndeki, iki metreye yakın boyu, kara saçları, kara bıyıkları, esmer yüzü, pehlivan yapısıyla heybetli bir adam. Oradaki bütün yolcuların aksine çok daha düzgün kılıklı. Sırtında lacivert takım elbise, gıcır gıcır bembeyaz bir gömlek, lacivert kravat. Ceketinin göğüs cebinde birde beyaz mendil vardı, sanırım. Helânın dolu olduğunu görünce durdu. Arkasında yine onun gibi giyinmiş ama çok daha ufak tefek adama döndü:
“ulan helânın içine bile oturmuşlar”
O sırada gözü bana takıldı. Elindeki sigaradan, daha doğrusu tütünün kokusundan anladı herhalde Türk olduğumu:
“Hemşerim sen Türk değimlisin?” dedi.
“Türküm..” dedim.
“Ne arıyorsun burada?”
Trene bindiğimi yer bulamadığımı anlattım. Paris’ten geldiğimi öğrenince güldü.
“Şu Fransızlar sizi de kendilerine benzetmişler. Sen azıcık bekle, işimizi görelim, sana yer buluruz.” dedi.
Heladaki kadınla, benimde anlayabileceğim bir Almancayla konuşup, onu dışarı çıkmaya razı etti. İşleri bittikten sonra iki arkadaştan iri yarı olanı valizi yüklendi, beni ortalarına alıp, geldikleri gibi, koridordaki kalabalığı yararak ilerlediler. Perdeleri çekik bir kompartımanın önünde durduk. Parola biçiminde vurdular kapıyı. Kapı açıldı. İçerisi, bir Anadolu köy evi gibi döşenmişti. Kanepelerin üzerine kilimler serilmiş, pencerenin önündeki küçük masanın üstünde tam tekmil bir çilingir sofrası kurulmuştu. Bir teypli radyo bir saz. İki kişi daha vardı içerde. İri yarı olan:
“Bu arkadaş Fransa’dan geliyor, zavallı helanın önünde donacaktı az kalsın, hoş geldin hemşerim. Gördüğün gibi bizim havamız iyidir. Çek bir fırt da bize biraz Fransa’dan söz et” dedi.
Sekiz kişilik kompartımanı kapatmışlardı. Beni de aralarına alınca beş kişi olduk. Heidenheim’de Siemens fabrikasında çalışıyorlarmış. Beni kurtaranın adı Ahmet’ti. Onlara diplomat olduğumu söylemedim. Zaten beni fazla dinlemediler. Hasta babamı görmeye gittiğimi söyleyince sorgu suali bıraktılar. Bende katıldım sofralarına, sohbetlerine. Almanya’da içlerinden en eskisi Ahmet’miş. ” Heidenheim’li Ahmet dersen herkes tanır beni.” Tanınmayacak gibi değildi hani.
Ahmet beni biraz zayıf buldu.
“Bak arkadaş, para biriktireceğim diye kendine bakmazsan sonun kötü olur. Birde, bu gâvurların arasında yaşamak için aklını kullanacaksın. Ben ilk geldiğimde herkes gibi bir süre enayilik ettim. İçinde domuz eti domuz yağı vardır diye fabrikanın verdiği yemekleri yemedim. O zamanlar daha bizim için domuzsuz yemek çıkmıyordu. Sonra baktım güçten kuvvetten kesiliyorum. İş çıkaramıyorum. Kendi kendime oğlum Ahmet dedim. Sen elverir ki yüreğini serin tut. Bu gâvur ellerine beni yollayan Allah değil mi? Günah yazmayıversin. Yazarsa da ne yapalım. Çoluk çocuğun nafakası benim sırtımda. Bana bir hal oldu mu, onların vebalini kim çekecek? İşte böyle kusa kusa yedim. Sonra alıştım da. Sana da ille ye demem ama pintilik yapıp da canından olma” dedi.
Bulgar sınırında da Türkiye’ye girerken de diplomatik pasaport taşıdığımı belli etmemek için hayli güçlük çekmedim. Sirkeci’ye geldiğimizde az buçuk sarhoştuk. Babamın hastalığını bile unutturmuştu bana Ahmet. Neşeli candan açık fikirli bir arkadaştı.
Gümrük işlemleri Sirkeci gar’da yapılıyordu. Ahmet:
“Bu kalabalık dağılıncaya kadar sen Ankara trenini kaçırırsın. Gel peşimden. Bizim usul, öne geçeriz eyvallah.”
Yalanım ortaya çıkarda Ahmet bana kırılır diye korkuyordum. Peşinden gittim ama tam gümrük masasına yaklaştığımızda sıyrıldım. Kalabalığın arasına karışıp uzaklaştım. Vedalaşamadan teşekkür edemeden ayrıldım Heidenheim’li Ahmet’ten. Kaçtığım aklına bile gelmemiştir de so anda yardım edemediği için üzülmüştür, eminim.
Erhan Bener 15.04.1982 Milliyet
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: kentvedemiryolu