Kent ve Demiryolu Menü

Kalıcı Başlantı:

İstanbul’u satıp-savuşturarak, iki yakayı kavuşturmak!

(yorumlar kapalı)

İstanbul’u satıp-savuşturarak, iki yakayı kavuşturmak!

Okullar ve istasyonlar şimdi satış vitrininde…

 

 kd10 Ağustos 2008 günü Orhan Bursalı‘nın "Okullar Satılırken" başlıklı yazısını okudum. Yazarın Cumhuriyet‘teki köşesinde kaleme aldığı yazıyla birlikte aynı günlü Hürriyet gazetesinde yer alan bir okur yazısını da birlikte…

Hürriyet’te okuduğum Çayyolu da Gelecekte Bahçelievler mi Olacak başlıklı yazıda, yeniden yüksek katlı yapılara –ve büyük çarşılara– dönüşen bu kent köşesinde yaşayan semt sakinleri nereye gitti diye soruyordu yazar… Kentsel alabora ve altüst oluşun ayağımızın dibine getirip yığdığı nice sorundan yeni kent köşelerine kaçarak kurtulmak ayrıcalığı da kentliyi –küresel kıskaçtan- kurtaramamaktadır. Nitekim aynı yazının sonuna doğru Çayyolu’ndan yazan hemşehrimiz, sorduğu sorunun dramatik yanıtını kendisi veriyordu:

 

Bu insanlar "yeniden apartmanlara taşınmaktadırlar."

Kenti salt araç yoluna dönüştüren kafa ve onun yaslandığı küresel güç odakları, ardısıra, tüm kentsel mekanları alış-veriş cehennemine dönüştürmek için kolları sıvamışlardır. Çayyolu’nda yaşanan da, okul satışları rezaletinin yıllar sonra yeniden ve kararlılıkla gündeme getirilmesi de aynı kaynaktan (küresel kapitalizmin küresel saldırısından) beslenen uygarlık dışı girişimlerdir.

Buna mecbur ve mahkûmdurlar! Niçin?!..

Çünkü, "Yüksek kutu yapı, sanayileşmiş spekülasyon göstergesidir. İnsan bu kutuda bir mahpus kimliği taşır. (yalnızca tüket ve sus! ÜS) Bunu bir zorunluluk olarak tanımlayanlar, kafaları midelerinde, özgür olmayan insanlardır. Kutuya istiflenmiş bir topluma evet diyen, öte yandan özgürlüklerden söz eden bir söylem yalancı (çok kibarca, ÜS) bir söylemdir. Yüksek yapı paraya kilitlenmiş oligarşinin sömürü aracıdır." (Doğan Kuban, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Sayı: 1115, 1 Ağustos 2008)

Öyledir, çünkü 24 Ocak 1980’de başlatılan ülkeyi Batı sermayesine peşkeş çekmek operasyonu, artık küresel boyutta bir "saldırı"ya dönüşmüş durumdadır. Özellikle son 10 yıldır, ülke ekonomisi doğrudan uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarının elindedir. Egemenliğimiz göstermeliktir!.. Bu mizansende hüküm-et’lere düşen, sadece verilen ödevi ya da görevi yerine getirmekle sınırlıdır! Dolayısıyla devleti yönetenlerin babalanmaları, müflis tüccar gibi elde bulunan kamu mallarının ve onlar üzerinden ülke geleceğinin pazara sürülmesi; devletin ticari işletme, yurttaşın da müşteri konumuna geriletilmesi, böylelikle ve sadece bu yoldan, yabancı yatırımcı ve sermayenin ülkeye çekileceği masalı ve makası da zihinlere kazınmak istenmektedir. Yabancı yatırımcı çekileceği masalıyla ülkenin kanı çekilmektedir; kimsecikler görüp-sezmeden!.. "Yüksek yapı", bu kazıma-götürme-perdeleme işleminin hoyrat ve kaba imgesidir; dahası, parıltılı hapis "hanesi"dir. Kafasını kasabın bıçağına gönüllü uzatmasını sürgit sağlamak için insanımızın, üretilen A tipi bir tutukevidir…

Tüm dünya ile birlikte izledik.

Beijing (Pekin) Olimpiyatları’nda Çinlinin uygarlık tarihine geçecek insan verimi fotoğraflarını. Eşzamanlı olarak, kuşbakışı olsa da aynı insan verimi o fotoğrafı sarıp kuşatan kentsel altyapıyı da… Bir çiçek bahçesi gibi, enine boyuna çizgilerden ve üzerine kurulu kentsel altyapıyla işini bilen bir peyzaj mimarının elinden çıkma, bir büyük bahçe güzelliğindeki o kenti. Çarpıcı fotoğraflarıyla yersel, toprakla kucaklaşan, ona kafa tutmayan yüzü yerde kentçiliğini Çin başkentinin…

Bizi, yüksek kutu yapılara kilitleyip, kendileri kendi cennet ya da cehennemlerinde iblisliklerini sürdürmek üzere, her geçen gün ve saat yeni bir tabura tıkma operasyonu ile hayatı büyük dünya çoğunluğuna çekilmez kılanların postmodern faşizmine; gelişme ve ilerleme görüntülü bu yeni faşist dayatmaya sessiz kaldıkça, Çin’den yansıyan, ya da Çayyolu’nda yaşanana; satılıp satılıp yeni yüksek kutu yapılara, ya da onların altyapısına dönüştürülmek istenen türlü kamu ve okul yapılarına şaşmak hakkımız var mıdır?..

Evet, Doğan Kuban‘ın betimlemesiyle "yüksek konut bir geri kalmışlık göstergesidir." Bu nitelemeye kabalık ve küstahlık nitemlerini de eklemek yanlış olmaz! Ya…başta okulların ve kamu altyapılarının satışa çıkarılmasındaki amacın ne olduğu konusuna dönersek; amaç, yalnızca "mali kaynak sıkıntısı" mıdır? Yalnızca bununla sınırlı mıdır?.. Olmadığı kesin; her yıl milyarlarca dolar iç ve dış borç faizi ödüyoruz!.. "Entelektüel ve teknik olarak kontrol edilemeyen kentler"(Kuban)den nemâlananlar ve onlara taşeronluk hizmeti götürenlerin bir başka ve daha yıkıcı amaçları da yok mudur?..

Vardır elbette…

Anımsayacaksınız, daha, Lozan’ın 80. Yıldönümünde, 24 Temmuz 2003‘te TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu‘ndan geçen "yasa" ile okulların talanının yolu açılmıştı (*). Çok daha önceden dillendirilen, ancak siyasal dengeler gereği o güne dek küllendirilen (!) bu "yasa", şimdi "milli irade"nin desteğiyle (!) tahkim edilerek, toplumu ve tarihi madara etmek siyasetinin bir yeni manivelasına dönüştürülmüştür. Bu manivelayı ciddiye almak gerek! Arşimed‘in istediği manivelayı aratmaz da onun için…

Bursalı o yazısında, başta, kent dışına sürülecek okulların yaratacağı yeni ulaşım yükü ve kargaşası olmak üzere, büyük İstanbul cangılı ekseninde toplumu bekleyen tehlikeye dikkat çekmişti (**).

Ben, başka bir tehdit ve tehlikeye dikkat çekmek istiyorum.

Ki, en az birincisi kadar tehlikeli ve daha onarılmaz olumsuzluklara ebelik edecek bir yanı var:

Okullar, yapısından çatısına bir toplumun nerede olup, nereye gittiğinin kerteriz noktaları, onsuz olunmaz kentsel mimarlık anıtlarıdır. Okulu satmak, arazi canavarlarının, piyasa işgörenlerinin kullanımına teslim etmek, insanının bireysel tarihlerinin bir kesitiyle birlikte, ülkenin toplumsal tarihini, o tarihin kamusal ortak mülkiyetini (toplumsal kimliğin toprağını) satışa çıkarmakla eşdeğerlidir… Okullar, kuşaklar boyu, ulus olmaklığımızın, çağdaşlık yolundaki duruşumuzun canlı tutanağı (dahası tutamağı), kamusal alanlar içinde hiçbirinin olmadığı denli hamurumuza karışmış; bizim de hamuruna karıştığımız, toplumsal-tarihsel ortak simgeler, anıt-yapılardır. Hele de Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından kalma o okul yapıları!..

Üstelik bu okullar, kentin ve ülkenin tarihini içlerinde taşıdıkları denli, soluk alamaz duruma getirdiğimiz kentlerimizin akciğerleri, çevrenidir de… Daha da kötüsü, okulu satmak, okulu kendi toprağına gömmek, onları toplumun teninden ve tininden koparmak, eşzamanlı olarak, toplumsal tarihimizin bu ulusal anıtlarıyla birlikte, bizi oluşturup kuran o kimlikten de soyunmak (soyundurulmak) demektir.

Köyleri-kentleri, tarlaları-toprakları, ağaçları-suları betona boğanlar, o beton cehennemi içine tıkmayı planladıkları insanların kafaiçlerini de betonlamak için seferber olmuşlardır!.. Hem de nice zamandır…

Çünkü insanın zihinsel coğrafyasını çoraklaştırmadan, üzerinde devindiği toprağı çölleştirip-çoraklaştırmanın olanağı yoktur. Yeni çağın yeni tiranlarının, onların treninde aşçı yamaklığına soyunanların yaptıkları ve yapagittikleri budur…

(*) Aslında "okulları satmak" düşüncesi (!) daha eskidir. Cumhuriyet‘in 4 Mayıs 1995 tarihli "Uygarlıkların İzinde" köşesindeki yazısında Oktay Ekinci ayrıntılarıyla yazmıştı: "Kit arazilerinin yanısıra okullar da ‘özelleştirme pazarı’na çıkarılıyor/ Milli Eğitim’den kültüre darbe" başlıklı bu yazıda Milli Eğitim Bakanlığı’nın konuya ilişkin kararı, 7 Nisan 1995 günlü Milliyet‘ten alınan haberle yansıtılıyordu. Şöyleydi o kısa haber:

"Belirlediğimiz 156 okulu derhal satacağız. Okulların belirlenmesinde tarihi eser niteliği taşımasına dikkat ediyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu maddi kaynak sıkıntısı bizi böyle bir yola itti." Tarihe saygıymış, kültüre saygıymış; yasaymış, yönetmelikmiş… hak getire!.. Sat, sav-savuştur; iki yakanı kavuştur!..

O gün bugündür, demek "kaynak sıkıntısı" bitmemiş ki, bu satış listesi genişletilerek, satışa konu taşınmazlar, kamu malları, gelecek kuşakların hakları talan edilegitmektedir. Demiryolları arazi ve yapıları başta olmak üzere, (Bkz.: Bu konuda iki taze haber: Murat Kışlalı‘nın haberi, Marmaray değil ‘Marmarant’ Cumhuriyet, 11 Ağustos 2008, ve yine Kışlalı’nın AKP trenleri unutturuyor başlıklı haberi, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2008) bugünün satış ajandasında yurt toprakları da vardır. "Derhal" satmaktan, "babalar gibi" satmaya evrilmişizdir. 1995′teki satış listesinde adları yer alan 156 okuldan biri olan Ortaköy’deki Gaziosmanpaşa Ortaokulu (sonra ilköğretim okulu !) da bilindiği gibi, çıkış nedeni meçhul bir yangınla satışı kolaylaştırmak üzere enkaz haline getirilmişti!..

Apaçık: "talan" yangını yalan rüzgârının eşliğinde yayılmayı sürdürüyor…

 

(**) İşin trajikomik yanı, daha okulların kent dışına sürülmesinin yaratacağı yeni ulaşım yükü ve sıkıntısı toplumun (İstanbullunun) gündemine düşmeden, aynı konulu, ancak Aziz Nesinlik başka bir saptama ve sıkıntı haberi gazetelerin sayfalarına bomba gibi düşmüştür! Şenlik-şölenle başlatılan Marmaray Projesi, bırakınız İstanbul’un gelecekteki ulaşım sıkıntısı ve yükünü hafifletmeyi; yol açacağı kültür ve tarih talanı yanında, yeni ve çok büyük boyutlu bir "rant projesi"ne dönüşmüş durumdadır… 1995’te "tarihi eser" nitelikli okulların satış listesinde baş sıralara konulması gibi, CIA’ye yardım ve yatırım kuruluşu (!) Amerikan Booz-Allen Hamilton şirketince yine 1995‘te çerçevesi hazırlanan ve şimdi yeniden güncellenen yeni bir talan projesiyle, baştan başa bir tarih ve kültür anıtı olan demiryolları da, okulların yanısıra talanın baş hedefi durumuna getirilmiştir.

 

Bursalı "İstanbullu"yu okullarına ve kentine sahip çıkmaya çağırıyordu.

Bu çağrının parantezi içinde, ayrı bir okul ve kültür yuvası olan Demiryolları ve onun güzelim coğrafyası (toprağı) ile her biri ayrı bir tarihsel anıt olan istasyonları da vardır!…

Bu çağrı, sadece "İstanbullu"ya değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarınadır…

 

 

 

14 Ağustos Pazar, Ankara, 

 

 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: ümit sarıaslan