Kent ve Demiryolu Menü

Kalıcı Başlantı:

Kuruluşunun 50. Hizmete Açılışının 40. Yılında Atatürk Konutu ve Demiryolları Müzesi

A.-Konutu-01.jpg

Mustafa Kemal, Mart 1923’te Meclis’i açış konuşmasında, sağlıkla işleyecek bir eğitim için gerekli, türlü kurumlar arasında “Müze”lerin de bulunmasının, kurulmasının önemine dikkat çeker. Asar-ı Âtika (Eski Eserler) Komisyonu’nun kurulması BMM Hükümeti’nin aldığı kararlar arasındadır. 1923’te kurulan “Heyet-i İlmiye” (Bilim Kurulu), Ankara’da bir “müze” kurulması ve “okul müzeleri”nin açılmasını karara bağlar. 1926’da Ankara’da ilk “Mektep Müzesi” Maarif Vekâleti bünyesinde açılır. “Müze”nin sorumlusu, büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’tur. 

Ataturk-konutu.jpgBir hummalı müze ve müzecilik etkinliği başlatılır ki Kurtuluş Savaşı’nın ateşlerine karışır sıtması!.. Geçmişimizin kültür, sanat ve tarih değerlerine, bu soy eserlerin korunup kollanmasına, “savaş” yetimi çocuklara verilen önemden az olmamak üzere dikkat ve ilgi yöneltir genç Cumhuriyet. Niye ki ulus olmak, bir ortak yurt üzerinde, ortak bir kültüre, dil ve tarihe sahip olmak; o kültürün ürünü kalıtı (mirası), anı-t ve yapıtları koruyup kollamakla olasıdır. 

Okul ile müze arasındaki ilgiyi Kurtuluş’un ateşleri içinde bulgulayıp, duyumsamış cumhuriyet yönetimi ve onun önderi Mustafa Kemal’in ışıklı desteği, Promete soyundan gelen genç cumhuriyet yöneticilerinin kanadına rüzgâr olur. Bu rüzgâr, Cumhuriyet’in eğitim alanında Köy Enstitülerinin Yücel‘le birlikte mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un elinde Mektep Müzesi’ni; demiryolculuk atılımında ise ulusal demiryolculuğumuzun Kurucu Genel Müdürü Behiç Erkin‘in elinde Demiryolu Müzesi’ni yaratacaktır. Birinin tarihi 1926, ikincisinin tarihi Nisan 1928’dir

Ataturk-Calisirken.jpgAtatürk Konut’taki odasında, bugün aynen korunan masası

Mustafa Kemal’in kurmay subaylarından, ulusal demiryolculuğumuzun kurucusu, Behiç Erkin de değerli bir asker, seçkin bir demiryolcu olduğu denli, uzakgörüşlü uzgörülü bir “müzeci”dir aynı zamanda. Eylül 1928’de Büyük Önder’in yol göstericiliğinde, demiryolu örgütüne ünlü “10 No’lu Tamim”ini yayımlayacaktır (Bu konu ve diğer ayrıntılar için bkz.: Demir Ağlardan Örümcek Ağlarına adlı kitabımız). Çünkü “Demiryolları bir memleketin toptan, tüfekten daha mühim bir emniyet silahıdır.” Öyleyse, bir yandan ulusal demiryolu ağı kurulurken, öte yandan bu “silah”ın ve “ümran” (bayındırlık) aracının tarihine, bu tarihten taşınan “müzelik miras”a da ilgi ve sevgi gösterilmelidir. 

Fahri-Koruturk-Ataturk-Konutunda-1974.jpgFoto Açılıştan 6. Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk hizmete açıldığı gün Müze’de. 10 Kasım 1974.

Ülkemizde, Behiç Erkin’in önderliğinde Nisan 1928’de Haydarpaşa’da “geçici kaydıyla” kurulan ilk demiryolu müzesi denemesinden sonra, dünyadaki örnekleri düzeyinde bugüne değin bir ulusal demiryolu müzesi ne yazık ki kurulamamış. Ayrı ayrı yerlerde konuya ilgili demiryolu insanlarının tek tek girişimleri ile sınırlı “müze” kurmak girişimleri de başlamış ama çıkarılamamıştır. 1964 yılında Haydarpaşa’dan, Ankara’da yazımıza konu ettiğimiz bu “yapı” ya taşınan Demiryolu müzesi, dünya ölçülerine vurulduğunda, yurt tuttuğu “yapı”nın tarihsel anısı ve yüküne yaslanmasa, koskoca demiryolları tarihimiz düşünüldüğünde orta karar bir kurum müzesi boyutlarındaydı başlarda. Bugün artık kültür ve tarih dağarımızın olmazsa olmazları arasındadır. Atatürk‘ün Ankara’ya gelişinin 45. Yıldönümünde (27 Aralık 1964) Müze haline getirilen yapı, 10 Kasım 1974’te zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından hizmete açılmıştır. Korutürk’ün açılışta yaptığı, önemli tarihsel notlar da içeren konuşması Müze girişinde çerçeveli olarak bize bakmaktadır… (Bkz. Demiryol Dergisi, S. 587. Aralık 1974, ayrıca Ü.S. agy.) 

F.-Koruturk-Ataturk-Kontunda-1974.jpgFoto Açılıştan 6. Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk hizmete açıldığı gün Müze’de. 10 Kasım 1974.

Dalında taşıyıp geldiği tarih orada dururken Müze’nin böyle “geç” kalması, gecikerek açılması düşündürücüdür! Reşat Yamaner, ta 1951’de Demiryollar Mecmuası‘na yazdığı bir yazıda Müze konusu da içinde olmak üzere, yaşamsal önemde nice kamusal işin hep bir başka bahara ertelenmesi sayrılığımızdan hareketle uyarıyordu: “Müze mevzuunda: ‘Şimdi çok daha önemli işlerle meşgulüz; hele münasip bir zamanı, eşref saati gelsin, icabına bakarız’ şeklinde düşünmek çok zararlı olabilir. Her geçen yıl ve hattâ her geçen gün ve saat bir daha maddi veya manevi hiçbir fedakârlıkla ele geçirilemeyecek bir eserin kaybedilmesine sebep olabilir. Lokomotifler, vagonlar sökülüp parçalanır; binalar yıkılır; hele ufak tefek eşya, yazı ve resimler, tarihi vesikalar süratle el değiştirir ve ortadan kayboluverirler” (Demiryolu Mecmuası, Kasım 1951. S. 2). Demiryolu mühendisi ve genel müdürlerinden Cemal Üner‘in bir yazısında, Yamaner’in bu “uyarı”sından iki yıl sonra bir demiryolu müzesi kurulduğunu ancak dağıtılarak, müzeye konulan eşyanın yok olup gittiğini öğreniyoruz (Cemal Üner, Sivas Demiryolu Fabrikalarını Ziyaret, Demiryol Dergisi, S. 507-515. Yıl: 1968). Reşat Yamaner, o yazısında trajik bir konuya daha dikkat çekiyordu. Demiryolu ve demiryolculuğumuza ilişkin, her tür müzelik eşya, yapı, belge vb. tarihsel varlığın yitip gitmesinden, el değiştirmesinden korktuğu kadar; bu “müzelik” varlıkların “toplanıp değerlendirilmesinde” işe yarayacak yetkinlik ve nitelikteki insanların da gün günden “hizmet sahnesinden” çekildiklerine, dahası yaşamdan!.. (*) 

İşte, 1928’de geçici olarak Haydarpaşa’da kurulan, 1964’te Ankara’da Mustafa Kemal’in Ziraat Mektebi‘nden sonra, konut ve karargâh olarak kullandığı “Direksiyon Binası”na taşınan demiryolu müzesinden ne kaldıysa, sonra katılanlarla birlikte şimdi bu yapıdadır. Kamu elinden özel ellere geçen, yitip, yitirilen, kesilip biçilen, hamur edilen, çarçur edilen… artık gitmiştir. Demiryollarımızın kurucu genel müdürü, Behiç Erkin’in çabası ve telaşı, Yamaner gibi ardından gelen adlı-adsız demiryolcuların koruyup kollamasıyla birikmiş ne varsa elimizdeki toplamda saklıdır! 

Ne var ki, Mustafa Kemal’in “konut”una yerleşen bu müze, varlığını borçlu olduğu bu büyük adamın ışıklı gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor! Zaten, bu alçakgönüllü yapıda, ne yapılırsa yapılsın Mustafa Kemal’in altın aylalı anısının gölgesinde kalmaya yargılıdır; bu, demiryolu müzesi de olsa! 

Pul-A.Ankaraya-galisi.jpg

Pul Atatürk’ün Ankara’ya gelişi

Söz buraya gelmişken biraz açalım: Bu yapı Bağdat Demiryolu kapsamında eski Ankara istasyonun bağlantıları içinde yapılmış. Günümüze değin taşıyıp geldiği adla: “Direksiyon Binası” olarak. Mustafa Kemal, Keçiören’deki Ziraat Mektebi‘nden sonra konut ve karargâhını Ankara istasyonuna taşımak kararı aldığında, demiryolu işletmesinde “şube şefliği”ni taşıyan bu “şirket tipi” sağlam taş yapı, O’nun oturmasına özgülenmiş. Cephesi pekçok kuruluş Ankara’sı fotoğrafını süsleyen bir “kolonad” üzerinden Ankara’ya (Ulus-Kale-sonra Gençlik Parkı’na), arka yüzü birinci perona bakan bu yapı, elbet O’nun konutu olması nedeniyle ve tarihimizin yapılıp yazılmasında taşıdığı önemle bağlantılı olarak korunmuştur. Keşke eski Ankara istasyonu da yıkılmasaydı! Mustafa Kemal, daha sonra demiryollarında değişik amaçlarla kullanılacak olan bu tarihsel yapıya, Çankaya’daki bağevine yerleştikten sonra da arasıra uğrar, kimi görüşmelerini burada yaparmış. 

Bu yapı’nın bizim için eşsizliği, “İstiklâl Savaşı”mızın Ankara’daki “karargâhı”, dostun düşmanın gözünü çevirdiği bir konalga olması kadar, Ankara Hükümeti’nin, aynı zamanda ilk “kordiplomatik” merkezi olmasından da kaynaklanır. Mustafa Kemal, Söylev‘de de anlatıldığı üzere, Ankara-Eskişehir demiryolu, İngilizlerin Eskişehir’den çekilmesinden (23 Mart 1919) sonra yeniden çalışmaya başladığı sıra, Heyeti Temsiliye‘yi Ankara’ya çağırır. Başta Kazım Karabekir Paşa olmak üzere, Temsil Heyeti’nin Ankara’da toplanmasına karşı çıkanlara verdiği yanıtı buraya almak yararlı olacaktır: “Şu halde yol ve yöntem odur ki işleri bütünüyle yönetip yürütme sorumluluğunu yüklenenler, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, elden geldiğince yakın bulunurlar. Yeter ki bu yaklaşma, genel durumu gözden uzak bırakacak ölçüde olmasın. Ankara, bu koşulları üzerinde toplayan bir noktaydı.” Ankara’da da İstasyondaki bu taş yapı! “Direksiyon Binası”. O güne değin, Ankara’da çakılıp kalmış olan demiryolu işletmesinin yönetimine özgülenmiş bu yapı, o gün ve karardan sonra, ulusal kurtuluşun “direksiyon”unun Mustafa Kemal ve arkadaşlarınca ele alınacağı “karargâh” olacaktır. 

Sakarya Utkusu, bilindiği gibi Batı “ittifakı”nı çökertecektir. 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’nın görüşmeleri ve imzası bu yapıda gerçekleşecektir. Bu görüşmeler, önce Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sonra ulusal bağımsızlık temeli üzerinde yükselecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin daha o günden dünyaya duyurulması ve anlatılmasıdır. Günlerce süren ve Sakarya Meydan Muharebesi’nden 37 gün sonra imzalanan bu “anlaşma”, Sakarya’nın ördüğü duvara sırtını yaslayan ulusal kurtuluşçuların ilk kez bir Batı ülkesini, Fransa’yı, Lozan’dan çok önce “ulusal istekler” ve “gerçekler” karşısında, diplomasi masasında Türk tarafına hakkını teslime zorlayacaktır. 

Fransız diplomat Franklin Bouillon ile tanışmakla geçen özel görüşmeler ardından resmi toplantının başladığı günü Söylev’de şöyle anlatır Mustafa Kemal: “13 Haziran pazartesi günü Ankara istasyonundaki dairemde aktettiğimiz ilk içtimada (yaptığımız ilk toplantıda) müzâkerelerimize bir hareket noktası tayin etmek lüzumundan bahsederek müdavelei efkâra (karşılıklı görüş alış verişine) başladık. Ben, bizim için hareket noktasının milli misak (ulusal and) olduğu esasını koydum.”  

Ancak, F. Bouillon, Mustafa Kemal’e Londra Konferansı’ndaki görüşmelere, Bekir Sami’nin öngörüsüzlüğüne gönderme yaparak, “Londra’ya giden delegelerimizin ulusal anttan söz etmediklerini, ulusal andın ve ulusal hareketin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da bile değerlendirilmemiş olduğunu” söyler. F. Bouillon’la görüşmenin buradan sonrası, “tarihi yapanlara sadık” kalan tarih yazıcılarının sayfalarında ve Söylev‘de saklıdır!.. 

Akıllı Fransız, uzun tartışma ve görüşmelerin ardından, kendisinin “Milli Misak”ı okuyup anladıktan sonra, görüşmeleri sürdürmek üzere, toplanmaya ara verilmesi önerisinde bulunur. İzleyen günlerde Misakı Milli’nin tüm maddeleri tek tek okunarak, üzerinde görüşülüp tartışılır. Mustafa Kemal, işte bu ikinci görüşmeler sırasında yapacaktır o ünlü konuşmasını. Tüm dünyanın algısına iletilmek üzere, F. Bouillon’a: “Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bu görev, bütün ulusa ve tarihe karşı yüklenilmiştir. (…) Biz, yaşamak isteyen, onuruyla ve şerefiyle yaşamak isteyen bir ulusuz. (…) Bilgin, bilisiz, bütün ulus bireyleri, hepsi, belki işin içindeki güçlükleri iyice kavramaksızın, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanmış ve sonuna dek kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir. Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür… gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz” diyecektir. 

Kurtuluş Savaşı’nın “karargâhı”nda, kurtuluşun önderiyle yaptığı uzun görüşme ve tartışmalar sonunda Fransız diplomat F. Bouillon “iknâ” olacaktır. Bouillon’un attığı “imza” için “Lozan” adlı iki ciltlik yapıtında, Devletler Hukuku Profesörü, M. Cemil Bilsel, 1933’te şu yorumu yapacaktır: Bu “sonuç”ta “… Fransız inkılâbının Türk inkılâbına bir tazimi (saygısı, ululaması) vardır. Bence Ankara İtilafı’nın (antlaşmasının) asıl hükmü (yargısı) budur. Ve bu, Türk inkılâbının siyasi sahada ikinci zaferidir.” Bu saptamaya bir fotoğraf daha düşürmek yararlı olacaktır: Büyük Zafer‘den hemen sonra, kendisiyle görüşmek isteyen Franklin Bouillon’a Mustafa Kemal, İzmir’de “randevu” verecektir. Mustafa Kemal, Fransız diplomatı, İzmir’de, Abdülhalik Renda, Rauf Orbay, Ruşen Eşref, Cevat Abbas, Fethi Okyar, ve Salih Bozok‘la birlikte Göztepe vapur iskelesinde karşılayacaktır… 

Görüldüğü gibi, ulusal tarihimizin yıldırım çekirdekleriyle yüklü kurtuluş evresine yurtluk etmiş bu tarihi yapı, romanlara konu olacak, konu olmuş varsıllıkta, başlı başına bir “metafor”dur. Attila İlhan yazdı: Allahın Süngüleri / Reis Paşa”. Sonra Turgut ÖzakmanÇılgın Türkler… Gazi Mustafa Kemal, Çankaya’daki köşke çıktıktan sonra, aynı yapıda, bir ara İsmet Paşa ve Rauf Bey de oturmuşlar. Fikriye‘nin sepya rengi varla yok arası “fotoğraf”ı ise daha başka bir öyküdür. Attila İlhan, yazmış Reis Paşa da. Çerkez Ethem‘in “malûm” ziyareti; adamlarıyla birlikte yapının önünde çekilmiş fotoğrafı da. Haldun Derin, “Riyaseticumhur Kalemi Mahsusu Şifre İkinci Kâtipliği”nde on yedi yıl sürecek görevine, 25 Haziran 1933’te bu yapıda başlamış. Yine onun anılarından öğreniyoruz: Mustafa Kemal, iki buçuk yıl evli kaldığı Latife Hanım‘dan boşanma kararını verdiği gece, onu Çankaya’da bırakıp ayrılarak, buraya inmiş… (27 Aralık 2011, Ankara).

Pul-06.jpgAtatürk’ün ölümünün I. Yılında basılan Atatürk Konutu konulu pul.

(*) Müze, üçüncü kuşak demiryolcu bir insanın yönetiminde, bir yandan ilgililerin bilgisizliğinden, bilgililerin ilgisizliğinden korunmaya, diğer yandan a’dan z’ye türlü “tahdit ve tasallut”tan sakınmaya çalışılırken 2002-2003’te büyük bir restorasyon geçirdi. 23 Nisan 2003’te yeniden açıldı. Demiryollarımızın bu en eski müzesi yanında, biri müze ve sanat galerisi; diğeri, açık hava buharlı lokomotif müzesi olmak üzere, iki yeni müze daha kuran bir demiryolu çalışanı, Sanat tarihçi ve Müzeci Servet Sarıaslan yönetiminde. Reşat Yamaner’in nitelemesiyle, o da eylemli “hizmet sahnesinden” çekileli yıllar oluyor. “Müze günümüzde ne alemde?” Diye sorulacaktır. O ayrı bir yazının konusudur… Ü.S.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Yazar: Ümit Sarıaslan